Ana Sayfa Blog Sayfa 4

The Brain Mythology : 5 Myths

0

cover-mitoloji-700x400 The brain and the mind are among the greatest mysteries in the nature.

Because the brain is so complex, we tend to simplify information about how it works in order to make it more understandable. And in time, by putting these bits of information together we have created many myths about the brain. There are so many brain myths and there are even books written about them.

Over the last decade the more we learn about neuroscience, the more we found out that many things we knew about brain were nothing but myths. 

Let’s look at 5 myths that have been circulating about the brain.

 Myth 1: 10 percent of the brain              

picture1

The claim that we only use 10 percent of our brain is a myth. Very wrong, but still very popular. We have seen this myth retold with much enthusiasm in Luc Besson’s latest film, Lucy and in the 2011 movie Limitless. Brain imaging technologies such as fMRI allow us to see the activity of the living brain.  Brain scans have shown that no matter what we are doing, every area of the brain is always active. Sometimes some areas are more active than others, but there is no part in the brain that does stop to function except in the cases of brain damage. Scientists reveal that even during sleep, all parts of the brain show some level of activity. Only in the case of serious damage, a brain can have a “silent” area. It would be much more accurate to say that we only understand 10 percent of our brain.

 

 

Myth 2:  A person’s personality displays a right-brain or a left-brain dominance

Humans use both hemispheres of the brain for all cognitive functions. The left brain/right brain notion originated from the realization that many people process language more in the left hemisphere and emotional expression more in the right. Human society is built around categories, classifications and generalizations, and there’s something seductively simple about labeling yourself and others as either a logical left-brainer or a free-spirited right brainer. Psychologists also have used the idea to explain distinctions between different personalities.

picture2

Brain-imaging studies show no evidence of the right hemisphere as a locus of creativity. And the brain uses both left and the right side for reading and math. And more recently, brain scan technology has revealed that the two hemispheres are highly complementary.  Nielsen and company analyzed the brains of more than 1,000 people, aged between 7 and 29, for clues of left or right brain dominance.

According to their highly precise measurement, 7,266 regions throughout the brain revealed some lateralization of function, but only locally, not globally. In other words, there were some regions that seemed to be more active in one hemisphere than another, but in none of the cases was there an overall profile of left or right brain activation that dominated the other hemisphere.

Regardless of personality or skill set, you use both the right and left hemispheres of your brain to perform everyday functions. There is no significant basis in neuroscience for the hypothesis that people have hemisphere-dominant cognitive styles. Labeling people as left or right brained is no better than approaching people according to their astrological sign or blood type and personality types which have nothing to do with one hemisphere being more active, stronger, or more connected.

Myth 3: The injured brain cannot heal itself

 picture3

Studies have confirmed that when neurons and synapses are lost due to injury, neighboring neurons can compensate them and maintain the integrity. With neuroplasticity, changes occur in neural pathways and synapses due to behavior, environment and thoughts. Simply put, our brain constantly remodels itself.

Neuroplasticity takes place every day in healthy brains and neuroplasticity gives us the capacity to develop our thoughts, feelings, in any direction we choose.

James Olds, a professor of neuroscience, says that “the adult brain is not just plastic, it is very plastic.”* Our neurons are always breaking old connections and forming new ones and brand-new nerve cells are always being created. A top neurology researcherat Harvard Medical School, Pascual Leone argues that our brains are constantly changing in response to our experiences and our behavior pointing out that neuroplasticity, is one of the most important product of evolution, a trait that enables the nervous system “to escape the restrictions of its own genome and thus adapt to environmental pressures; physiologic changes, and experiences.” *

Myth 4: The brain loses millions of cells a day, and lost brain cells cannot be replaced

We have all grown up being told that once we lose our brain cells, they are gone for good and cannot be replaced. But new research shows that in fact, the total number of nerve cells we possess at age twenty does not significantly change when we reach seventy. The growth of new neurons is called neurogenesis, which is something we didn’t know 20 years ago.

Myth 5: Drinking alcohol will definitely kill brain cells

picture4

Moderate amounts of alcohol do not kill brain cells. Alcohol threatens our brain because of its addictive nature and its ability to alter brain function, as well as its ability to shrink cells. Studies indicate that this damage is mostly reversible. Some studies even show that moderate amounts of alcohol appear to be healthful (Framingham study). For adults, drinking a glass of wine or two every day has cardiovascular protective effects and might protect the brain by reducing the risk of stroke.

 

 

 

 

* The Shallows: How the internet is changing the way we think, read and remember, Nicolas Carr

* An Evaluation of the Left-Brain vs. Right-Brain Hypothesis with Resting State Functional Connectivity Magnetic Resonance imaging  http://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0071275

 

 



Botox ve Empati

0
Botox Empatiyi Azaltıyor mu?

Beynimizdeki nöral yapılar ve ağlar karşımızdaki kişilerin yüz ifadelerine bakarak onların duygularını anlamamıza yardımcı oluyor. Yaşamımızın her anında çevremizdeki insanların yüzlerini bu kadar hızlı ve otomatik bir şekilde nasıl okuduğumuzu daha iyi anlamak için David Eagleman bir grup insanı laboratuvarına davet ediyor. Araştırmada yüz ifadelerindeki küçük değişimleri ölçebilmek amacıyla, biri alına biri de yanağa olmak üzere, katılımcıların yüzlerine iki elektrot yerleştiriliyor ve ardından katılımcılardan farklı yüz fotoğraflarına bakmaları isteniyor.

wttw_1443047087416itf4dspl-_sx326_bo1204203200_

Katılımcılar, gülümseyen veya asık yüzlü bir kişinin fotoğrafına baktıklarında, kendi yüz kaslarının da – çoğunlukla da belli bellirsiz biçimde – hareketlendiğine ait kısa süreli elektriksel etkinlikler ölçümleniyor. Bunun nedeni, aynalama (mirroring) adı verilen bir olgu. Katılımcılar, gördükleri yüz ifadelerini taklit etmek için, otomatik olarak kendi yüz kaslarından da yararlanıyorlar. Kas hareketleri doğrudan seçilmeyecek kadar küçük olsa da, fotoğraftaki gülümsemeyi katılımcı gülümsemesiyle yansıtıyor. Çünkü, insanlar farkında olmadan birbirini taklit ediyorlar.

Bu yansıtma eğiliminin nedeni nedir? Bir amaca hizmet eder mi? Bu soruların yanıtını bulmak için David Eagleman bir grup katılımcıyı daha laboratuvara davet ediyor.  Bu grubun özellikleri de birinci gruptakilere benziyor;  ama tek  bir farkla:  Yeni katılımcılar, gezegendeki en öldürücü toksine maruz bırakılmış. Clostridium botulinum adlı bakteriden elde edilen bu nörotoksinin çok az bir miktarı solunum kaslarını etkileyerek ölüme neden olabiliyor. Botoks aynı zamanda yüzde belirli bölgelerdeki kasların görevini geçici olarak azaltıyor veya durduruyor. Uygulanan bölgedeki kas kasılamayınca üzerindeki ciltte oluşan kırışıklıklar da azalıyor.

botox

Botoks yaptırmış olan katılımcılara faklı yüz ifadelerinin hakim olduğu ve her birine dört sözcüğün eşlik ettiği otuz altı fotoğraf gösteriliyor. Kozmetik etkilerinin yanısıra botoksun daha az bilinen bir yan etkisi de var. Deneyde botoks kullanıcıları aynı fotoğraflara baktıklarında, yüz kasları EMG’de daha az taklit özelliği gösteriyor.  Bu bir süpriz değildi elbette, çünkü kasları bilerek zayıflatılmıtı. Kırışıklıkları önlemek için!  Asıl sürpriz, ilk olarak 2011’ de Davitd Neal ve Tanya Chartrand tarafından bildirilen başka bir şey. Onların da deneylerinde yapmış olduğu gibi, her iki gruba (botokslu ve botokssuz) da belirli yüz ifadelerini yansıtan fotoğraflar gösteriliyor ve dört sözcükten hangisinin yüzdeki duyguyu en iyi ifade ettiğini soruluyor.

Botokslu katılımcılar, fotoğraflardaki duyguları belirlemede diğerlerinden daha başarısız oluyor. Ama neden? Bir varsayıma göre, yüz kaslarından gelmesi gereken geribildirimin eksikliği, başka insanların duygu durumunu okuma becerilerini olumsuz yönde etkilemişti. Botoks kullanıcılarının duygularının anlaşılmasının zor olduğunu bilinen bir durum. Bu noktada asıl sürpriz, aynı donuk kasların, onların başkalarını da anlamasını  zorlaştırması.

Eagleman bu sonucu şu şekilde yorumluyor: ‘’benim yüz kaslarım, ne hissettiğimi yansıtır; sizin nöral mekanizmalarınız ise bu durumdan yararlanır. Ne hissettiğimi anlamaya çalıştığınızda yaptığınız şey, benim yüz ifademi yansıtmaktır. Bunu bilerek yapmazsınız; her şey otomatik ve hızlı biçimde gelişir. Ama yüz ifademi otomatik olarak taklit etmeniz, hissetmekte olabileceğim  şeyler hakkında hızlı bir tahminde bulunmanızı sağlar. Bu süreç beni daha iyi anlamanız ve ne yapabileceğim konusunda daha iyi bir öngörüde bulunabilmeniz için, beyninizin yararlandığı güçlü bir yardımcıdır.’’

İçinde bulunduğumuz dijial bağlantılar çağında, insanlar arasındaki bağlantıları anlamak da her zamankinden daha önemli hale gelmiştir. İnsan beyni, temel olarak etkileşime ayarlıdır ve bizler de tür olarak olağanüstü bir toplumsallık sergilemekteyizdir. Toplumsal  güdülerimiz kimi zaman dış etkilerle yönlendirilebilse de,  bunların insan türünün başarı öyküsünde temel rol üstlendikleri unutulmamalıdır.

Nöronlarımız ve biz gezegendeki diğer tüm insanların nöronlarıyla karşılıklı etkileşim içindeyiz. Eagleman’a göre “Ben”    olarak tanımlayıp diğerlerinden  ayırdığımız şey, aslında büyük bir ağ içinde yer alan daha küçük bir ağdan başka bir şey değil. İnsanlık için parlak bir gelecek istiyorsak, insan beyinlerinin birbiriyle nasıl etkileşim kurduğunu araştırmamız, bu etkileşimden doğan fırsatlar kadar, tehlikeleri de anlamaya çalışmamız gerekiyor. Çünkü beyin devrelerimize kazınmış gerçekten kaçmamız mümkün değil ve birbirimize ihtiyacımız var.

3’ün Kerameti

0
3 Kuralı, iş ve sosyal hayatımızın her yönünü kapsar.

 

İnsanın 3 hakkı vardır, iyi şeyler 3 defa olur. Bir, iki ya da beş değil; her zaman 3 şans verilir. Misafirin 3 gün, 3 hafta, 3 ay kalması beklenir. 3 madalya vardır; altın, gümüş, bronz. Yemek masasında 3 parça alet vardır; çatal, bıçak, kaşık.  3 öğün, her öğünde 3 çeşit yemek vardır. Felsefe ve psikolojide 3 sınıflandırma sayısı olarak kullanılır. Zaman, mekan ve nedensellik birliktedir. 3 ikinin neden olduğu karşıtlığın ötesindedir. Geometrik bir şekil oluşturan ilk gerçek sayı üçtür. Bilimde, Newton 3 kanun keşfetmiştir ve bilim insanları atomu yapan 3 elementi buldular.

Üç; maddenin kapsadığı üçlü öğeleri temsil eder. Örneğin 3 boyut ya da ateş, su, hava gibi. Evreni temsil eden üçgen ise en çok kullanılan semboldür. Ünlü filozof Platon’dan beri ideal; 3 ana kavramla yani iyi, doğru ve güzelin bileşkesi olarak ele alınmıştır. Eskimo dilinde üçten çoğu yoktur: Eskimolar için üçten fazlası, dile getirilmeyecek kadar çoktur. En fazla üçe kadar sayıları telaffuz edip daha sonrakileri ‘çok’ diye nitelerler.

Napolyon, hayatta en değerli gördüğü şeyi 3 kez tekrarlar. ‘Para, para, para…’ Shekespeare’in Machbeth’inde 3 cadı vardır. ‘Alaaddin’in Sihirli Lambası’ masalında olduğu gibi her zaman 3 dilek tutulması söylenir. Tarihimizde önemli konular hep 3 ile sınırlanmıştır. Kurtuluş Savaşında dile gelen ‘Vatan-Millet-Sakarya’ söylemi gibi. ‘At-avrat-silah’ üçlemesinin Türk geleneklerinde önemli bir yeri vardır. Sorular ve bilmeceler 3 kez ya da 3 parçalı olarak sorulur.

3  semavi din vardır; Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik . Hinduizmde 3 tanri yaratıcı Brahma, yok edici Şiva, ve güç veren Vişnu görülür. Lao Tzu’ya göre ‘Tao Birliği oluşturur, birlik ikiliği, ikilik üçlüğü ve üçlük her şeyi oluşturur.’  Özellikle dinimizde 3 sayısının uğruna ve kutsallığına inanılır. Örneğin; Kur’an-ı Kerim’i 3 kez öperiz. Allahın hakkı üçtür. Hayatımızda iyi şeyler olacaksa, bunun genelde 3 adımda gerçekleşeceğine inanırız. Ayrıca, tespihin boncukları 3 adet 33’lük bölümden oluşur. Mübarek 3 aylar vardır. Hıristiyan inancında ise  ‘Baba, Oğul, Kutsal Ruh’ üçlemesine rastlarız. Bu üçleme Mısır mitolojisinde ise ‘İsis, Osiris, Horus’ şeklindedir.

16. yüzyılın ünlü düşünürü, ‘Sepmaine’ şiirinde ‘3‘ü şu şekilde betimlemiştir: ‘Teklerin en eskisi, Tanrı’ya yakışan sayı. Cennetin en sevgili sayısı ki, merkezindedir. Her iki uçtan da eşit uzaklıktadır. Başı, ortası, sonu olan ilktir…’

İnsanların 3 rakamına olan mistik ilgisi, Yunan mitolojisinde yer alan, üçlemelerde de gözlemlenir. Üçlemeler genelde birbirini tamamlayan, tek başlık altında toplanan 3 karakter olarak karşımıza çıkar.

İntikam tanrıları Erinyeler üç tanedir. Alekto, Tisiphone, Megaira. Kader tanrıçaları Moiraların sayısı üçtür. Pay veren anlamına gelen Moira’lar, insanlara yaşam paylarını verirler; doğum, yaşam ve ölüm. Düzenin sağlayıcısı Hora’ların sayısı da üçtür. Eunomia, Dike, Eirene. Bir diğer üçleme ise, güzellik,neşe ve sevinç kaynağı Kharit’lerdir. Aglaie, Euphrosyne, Thalia. Sanatla ilgili her şeyi esinleyen ve koruyan tanrıçalar, güzellikleri nedeniyle de üç güzeller olarak anılırlar.

moiralar-16-yy-yun-ve-ipek-dokuma-duvar-haldsd-hollanda

Ünlü Rothschild ailesinin arması sıkılmış bir yumruk ve Mayer Rothschild’in beş oğlunu simgeleyen beş oktan oluşur. Ailenin sloganı ise armanın altında latince yer alır ve 3 mesaj vardır. Concordia, Integritas, Industria (Uyum, Dürüstlük, Girişimcilik)

İŞ HAYATINDA 3’LER

Üç, yazılı iletişim ve konuşmada en etkili rakamdır.

Birçok iyi konuşmacı sunumlarının ana hatlarını belirtmek için 3 hikaye kullanır. Konferanslarda anlatılmak istenen konu genellikle 3 ana başlık halinde sunulur. Nedeni; sözlü anlatımlarda dinleyicilerin en çok ‘3’ başlığı en iyi şekilde hatırlayabilmesidir.

Yazılı olan her şey; kompozisyon, öykü, hikaye veya doküman, 3 temel bölümle şekillenir. Giriş, gelişme ve sonuç.

İnsan zihni, kısa süreli ya da işleyen bellekte sadece 3  “parça“ bilgiyi biriktirebilir. Listeye daha fazla madde eklendikçe, ortalama insan daha az şeyi aklında tutmaya başlar. Dört maddeyi hatırlamak üçten daha zordur. Beş madde daha da zordur. Listedeki maddeler  sekize çıktığında ise birçok insanın bütün diziyi hatırlaması küçük bir olasılıktır.

3 Kuralı, ABD başkanı Barack Obama’nın seçilmesine yardım etmiştir: ‘Evet, biz yapabiliriz.’

Ürününüzle ilgili bir tanıtım yapmak istiyorsanız akılda kalması için 3 temel özelliğinden bahsetmeniz önerilir.

PAZARLAMADA 3’LER

Dünyanın en ünlü markalarından bazıları, ING, UPS, IBM, SAP, CNN ve BBC’dir. 3 her yerdedir.

Heinz / Beanz Meanz Heinz  

1967’de üretilen ve 30 yıl kullanılan bu slogan, birçok otoriteye göre Dünya’da en çok tekrarlanan ve akılda kalan slogan olma özelliği taşımaktadır ve özellikle İngiltere’de bir efsane olarak nitelendirilir. 60’larda iletişim tek kanallı olduğundan insanların bilinçaltına adeta kazınmış bir slogan olarak kabul edilir.

maxresdefault

Mercedes

Mercedes’in, üç ayaklı yıldız figürü, markanın kara, hava ve sudaki gücünü tanımlamaktadır. Mercedes amblemi, dünyada en çok tanınan marka olmanın yanı sıra en çok çalınan figür olarak da ilk sırayı alıyor.

mercedes-logo

 

Mitsubishi

Üç kanatlı baklava şeklindeki amblemde, sorumluluk bilinci, centilmenlik, cemiyetler arası uyum simgeleniyor.

mitsubishi

 

3 kuralının uygulandığı başarılı kampanyaları saymakla bitmez; You can on (Canon),  Dök dök ye (Tat ketçup), Just do it (Nike), Akar, akar, akar (Billur Tuz)…

3 parça bilginin insan zihni için daha kolay akılda tutulabilir nitelikte olmasından yola çıkarak günümüzde pazarlamada, yazılı ve sözlü iletişimde bu kural sıklıkla uygulanıyor. Tarihte ve toplumsal yaşamda ne kadar çok alanda yer aldığını görmek ise oldukça şaşırtıcı. İş hayatında, sunumlarınızda, etkili mesajlar oluşturmak istediğiniz her durumda bu kuralı uyguladığınızda ve bir alışkanlık haline getirdiğinizde ise size başarı sağlayacak sonuçlarını hızla gözlemliyorsunuz.

3 güzel sözle noktayı koyalım.

  • En etkili konuşma, en kısa olanıdır
  • Kısaca ifade edebilmek, yeteneğin kardeşidir
  • Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak söylediği, işitenin yararlandığı sözdür
  • ref; Sayıların Gizemi, Annemarie Schimmel, Talk Like TED, Carmine Gallo

 

 

Korkunun Yarattığı Etki Tahmin Ettiğimiz Gibi Olmayabilir

0

Malcolm Gladwell’in Davut ve Golyat kitabında korkununun yarattığı etkiler ile ilgili çarpıcı bir örnek var. İkinci Dünya savaşında Almanların Londra’ya büyük bir hava saldırısı yapacağı kesinleşince Londralıların vereceği tepkiler ile ilgili kuşkusuz çok sayıda olumsuz tahmin ortaya atılıyor. Bu olayın halkta yaratacağı psikolojik hasarın çok büyük olacağı beklentisiyle kent dışına akıl hastaneleri kuruluyor.

Art arda elliyedi gece süren yıkıcı bombardımandan sonra sekiz ay boyunca Alman bombardıman uçakları Londra semalarını inletiyor. Kırkbin kişi ölüyor ve kırkaltı bin kişi yaralanıyor. Ancak İngilizlerin verdiği tepki beklendiği gibi olmuyor. Panik yaşanmıyor, Londra çevresinde inşa edilen akıl hastanelerine kimse gitmediği için ordunun kullanımına veriliyor. Bombardıman başladığında birçok kişi kırsal kesime tahliye ediliyor, ama kentte kalması gerekenler kalıyor. Alman bombardımanı devam ederken İngiliz yetkililer sergilenen cesareti ve umursamazlığa benzeyen şeyi şakınlıkla gözlemliyorlar. Bunu İngilizlerin doğasında olan sükunet ve metanetle açıklamak zor. Çünkü başka ülkelerdeki sivillerinde bir bombardıman karşısında beklenmedik şekilde dayanıklı olduğu ortaya çıkıyor. Savaştan çok sonra Kanadalı psikiyatrist MacCurdy ‘The Structure of Morale’ (Moralin Yapısı ) adlı kitabında bu durumun nedenini açıklıyor. MacCurdy’nin Londra bombardımanı deneyimiyle ilgili yazdıkları ilginç.

Herkes Londralıların 2.dünya savaşı sırasındaki bombalanma deneyiminin  korkunç olacağını varsaymıştı. Onları korkutan, bombardıman başladığında insanların hissedeceklerine ait öngörülerdi. Sonra, Alman bombaları aylar boyunca dolu gibi yağmış ve bombardımandan dehşete kapılacağını düşünülen ve felaketi ucuz atlatan milyonlarca kişi korkularının abartılı olduğunu anlamaya başlamıştı. İyiydiler. Peki sonra ne oldu?

MacCurdy ‘The Structure of Morale’ (Moralin Yapısı ) adlı kitabında bir bomba düştüğünde etkilenen nüfusun üçe ayrılabileceğini savunuyor.

İlk grup; ölenler. Bunlar, bombardıman deneyimini en yıkıcı şekilde deneyimleyen insanlar. Ancak MacCurdy’nin ( belki de biraz duyarsızca ) ifade ettiği gibi  “topluluğun morali hayatta kalanların tepkisine bağlıdır.

İkinci grup; kıl payı kurtulanlar. Patlamayı hissederler, yıkımı görürler, kıyım karşısında dehşete düşerler, belki de yaralanırlar; ama hayatta kalırlar ve çok etkilenirler. Burada  “etkilenmek“ bombalamayla ilişkili korku tepkisinin güçlü bir şekilde hissedilmesi anlamına geliyor. Bu, tanık olunan dehşet karşısında sersemleme halinden gerçek bir şuursuzluğa, ürkekliğe ve endişeye kadar birçok kavramı kapsayan “şok“la sonuçlanabilir.

Üçüncü grup; ucuz atlatanlar. Bunlar siren seslerini dinleyen, tepelerinden uçan savaş uçaklarını gören ve patlayan bombaların sesini duyan insanlardır. Ama bomba yolun sonunu veya yan mahalleyi vurur. Ve onlar için bombalı saldırının sonuçları kıl pay kurtulan grubunkinin tam tersidir.

MacCurdy sonucu şöyle açıklıyor; kıl payı kurtulmak sizi travmatize eder. Ucuz atlatmak ise yenilmez olduğunuzu düşünmenize neden olur.

MacCurdy’nin kıl payı kurtulmak ve ucuz atlatmakla ilgili ileri sürdüğü görüş: cesaretin bir anlamda sonradan elde edinildiği. ‘Hepimiz sadece korkuya duyarlı olmakla kalmayız’ diyor. ‘Ayrıca bu konuda farklı eğilimlerimiz vardır. Korkunun zapt edilmesi neşe ve zihindelik getirir… Bir hava saldırısı sırasında panikleyeceğimizi düşünerek korkmuşsak, ancak saldırı olduğunda sakinliğimizi korumuşsak ve artık güvendeysek, önceki kaygı ile şimdiki rahatlama ve güvende olma duygusu arasındaki tezat, kendine güveni ortaya çıkarır. Şu anda sahip olduğumuz cesaret, zorlu zamanlardan geçtikten ve o zamanların aslında o kadar da zorlu olmadığını keşfettikten sonra kazandığınız bir şeydir.’

Almanlar Londra’yı bombalarken bombardımanın yaratacağı travmanın İngilizlerin cesaretini yok edeceğini düşünüyorlardı. Ancak bunun tam tersi oldu. Saldırıyı ucuz atlatan ve daha önce hiç olmadıkları kadar cesur olan insanlardan oluşan bir kent yarattılar.

Bütün bunlar gelecekte olabilecek herhangi bir durum karşısında neler hissedebileceğimize ait öngörülerin aslında çok güvenilir olmadığını gösteriyor.

 

Satın Alma Zihinde Başlar

0

“Tarih boyunca en basit tanımıyla pazarlamanın asıl amacı, müşterinin neye ihtiyacı olduğunu öğrenmek ve onlardan elde ettikleri cevaplarla ne üreteceğini bulmak ve ürünleri mümkün olduğunca fazla sayıda satmak için ne tür bir iletişim stratejisi uygulanacağına karar vermekti. Ancak zamanla bu yaklaşımda temel bir sorun olduğu ortaya çıktı. Pazarlama faaliyetleri insanın ne istediğini bildiği varsayımıyla yapılıyordu ama gerçek tam olarak bu değildi. Nöromarketing, pazarlama alanında yeni ve umut verici bir dal olarak ortaya çıktığında bazıları bunun manupülatif bir teknik olduğunu düşünmüş olabilir. Ancak Nöromarketing müşterilerin gerçek sıkıntısını bulmak için yol gösteriyor ve pazarlama etkinliklerinin amacına ulaşmasına yardımcı oluyor. Hiç olmadığı kadar zorlu Pazar koşularında zaman ve kaynaklar boşa harcanmamış oluyor. Ayrıca bu alanda yapılmış ve yapılacak olan çalışma sonuçlarıyla beynimizin işleyiş mekanizmaları, nelerden, nasıl etkilendiğimiz konusunda farkındalık geliştireceğiz. Özellikle son onbeş yılda nörobilim araştırmalarıyla müşteri davranışlarını, reklamların etkinliğini incelerken önemli içgörülere sahip olduk. Tüketicileri tanırken aynı zamanda kendi davranışlarımız konusunda da farkındalık geliştirdik, nörobilim birçok alanda etkili olmaya başladı, popüler bir bilim haline geldi. Önümüzdeki yıllarda da bu bilim dalı “kendimizi tanımamız, konusunda bize yol gösterecek.”

 

Basında

Bu yazı Marketing Türkiye Dergisi – Temmuz 2016 sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Kronik Stres Bizi Aptallaştırıyor !

0

Yoğun stres altında yaşadığımız dönemler oluyor. Zamanla stres özellikle iş hayatında o kadar sıradan bir durum haline geliyor ki bu durumu gündelik yaşamın, iş hayatının bir parçası olarak görüyoruz. Ancak stresli dönemler uzadıkça sağlımızın bozulduğunu fark ediyoruz. Aynı zamanda üretkenliğimiz, mutluluğumuz, çevremizdekilere olan ilgimiz de giderek azalıyor!

Konsantrasyon güçlüğü, karşımızdakini anlamada güçlük, unutkanlık, anksiyete gibi birçok sorunun nedeni stres ve stresin beynimizde yarattığı olumsuz etkiler olabilir. Son yıllarda gerçekleştirilen çok sayıda nörobilim çalışması kronik stres ve stres hormonlarının beyinde yol açtığı zararları ortaya koydu.

Stresli bir durumla karşılaşılınca vücut ilk tepki olarak enerjiyi ve konsantrasyonu artırmak için adrenalin salgılıyor. Adrenalinin etkisi birkaç dakika içinde ortadan kalkıyor. Adrenalin gibi stres hormonlarının yararlı olduğu durumlar var. Özellikle sağkalımla ilgili bir konu söz konusuysa! Örneğin; sizi vahşi bir hayvan kovalıyorsa, adrenalin hayatta kalmanız için yararlı olacaktır. Ancak günlük hayatta bu tip durumlarla çok az karşılaşıyoruz ve ortada böyle bir tehdit yokken sürekli stres hormonu salgılamanız tehlikeli bir durum.

Stres uzun süre devam ettiğinde ise adrenalinden daha etkili olan kortizol gibi stres hormonları salgılanmaya başlıyor. Bu hormonların etkisi uzun süreli ve zararlı. Kortizol kanda uzun süre yüksek konsantrasyonlarda kaldığında beyin fonksiyonları ve yapısı hücresel düzeyde bozulabiliyor.

Ayrıca stres hormonlarının kanser ve soğuk algınlığı da dahil birçok hastalığın ortaya çıkmasında önemli bir faktör olduğunu biliyoruz. Doktor ziyaretlerinin büyük bir kısmı strese bağlı sağlık problemleri nedeniyle gerçekleşiyor.

Kronik Stresin Beyin Üzerine 8 Etkisi

  1. Kronik Stres Bizi Aptallaştırıyor

“Kronik Stres Bizi Aptallaştırıyor.” Çünkü uzun süreli stres beynin rasyonel düşünceden sorumlu bölgelerinin işlevlerini yerine getirmesini zorlaştırıyor. Stres beynimizin ön kısmında, alnın hemen arkasında bulunan sağlıklı düşünme, öğrenme, problem çözme, hedefe ulaşma gibi fonksiyonlardan sorumlu beyin bölgesi olan prefontal kortekste nörotransmitterlerin dengesini bozuyor. Bu değişiklik sonucunda dikkat eksikliği, düşünme becerilerinde bozulma, unutkanlık ve günlük hayata uyum sorunları ortaya çıkıyor. Bu değişiklikler herhangi bir konuya dikkatli bir şekilde yoğunlaşmamızı engelliyor, dağınık düşünüyoruz ve sonuç olarak tüm bilişsel fonksiyonlar olumsuz etkileniyor. Yanlış kararlar vermeye başlıyoruz.

  1. Kronik Stres Beyni Küçültüyor

Kronik stres beyin hacminin azalmasına yol açıyor. Yani uzun süreli, yüksek oranda strese maruz kalan kişilerin beyinlerinde küçülme görülüyor. Bunun sonucunda da bilişsel yetenek zayıflıyor.  Kortizol özellikle hipokampüste yeni nöron oluşumunu durduruyor (hipokampus, beyinde temporal lobda yer alanhafıza, öğrenme, duygusal regülasyon ve yön bulmada önemli rolü olan bir bölge).

Stres aynı zamanda duygulanım, dürtü kontrolü ve bilişsel fonksiyonlardan sorumlu prefrontal korteksin de küçülmesine neden oluyor. Bu durumun karar verme, kısa süreli bellek ve dürtüsel davranışlar üzerinde olumsuz etkisi olduğu biliniyor. Kronik stres ayrıca unutkan ve emosyonel olmamıza neden oluyor.

Burada iyi bir haber; stresin beyinde yarattığı bu olumsuz etkiler kalıcı değil ve stres düzeyinin azalmasıyla beraber beyin normal hacmine, bilişsel yetenek ise stres öncesi döneme geri dönebiliyor.

  1. Kronik stres korku ve anksiyete kısır döngüsü yaratıyor

Kronik stres, amigdala adı verilen, beyinde her iki tarafta temporal lobların derinlerinde yer alan yapının boyutlarında, aktivitesinde ve nöral bağlantılarında artışa yol açıyor. Amigdala başta korku olmak üzere duygular, hafıza ve sağkalım ile ilgili dürtülerin denetiminden sorumlu bir beyin bölgesi. Amigdala olmadığı veya işlev görmediği durumlarda olaylar duygusal anlamını kaybediyor. Amigdala aktive olduğunda ise adrenalin ve kortizol gibi stres hormonlarında artış meydana geliyor. Bu hormonlar kalp hızı, kan basıncı, solunum hızı ve glikoz düzeylerini arttırıyorlar. Sonuç ise vücutta “savaş veya kaç” cevabının ortaya çıkması. Normal şartlarda stresli durum ortadan kalktıktan sonra bu hormonlar eski  düzeylerine dönüyorlar. Ancak çok uzun süre kronik strese maruz kalan kişilerde hormonlar sürekli yüksek düzeylerde kalarak korku ve anksiyete kısır döngüsüne neden oluyor.

  1. Kronik stres yeni beyin hücresi yapımını azaltıyor

Her gün yüzlerce beyin hücresi kaybediyoruz. Fakat beyin hücreleri tekrar yapılabiliyor. Beyinde bulunan BDNF (brain-derived neurotrophic factor) var olan beyin hücrelerinin sağlıklı olmasını ve yeni beyin hücresi yapımını sağlayan önemli bir protein. BDNF aynı zamanda stresin beyin üzerindeki olumsuz etkilerini azaltıyor. Ancak kronik stres sonucu ortaya çıkan yüksek kortizol düzeyleri BDNF yapımını azaltarak yeni beyin hücresi oluşumunu engelliyor. BDNF düzeylerinin azalması aynı zamanda Alzheimer ve depresyon gibi birçok durumla ilişkili.

  1. Kronik Stres Depresyon, Unutkanlık ve Alzheimer’a Neden Oluyor

Beyin hücreleri birbirleriyle nörotransmitter adı verilen kimyasallar aracılığı ile iletişim kurar. Kronik stres ile birlikte prefrontal korteks ve hipokampüs bölgesinde yapısal dejenerasyon ortaya çıkar, önemli nörotransmitterler, özellikle serotonin ve dopamin düzeyleri azalıyor. Bu nörotransmitterlerin azalması kişide olumsuz bir duygu yaratabiliyor ve metabolizmayı madde bağımlılıklarına daha duyarlı bir hale getiriyor.

Uzun süreli stresin beyindeki en olumsuz etkilerinden biri de demans ve Alzheimer riskinin artmasıdır. Yeni çalışmalar özellikle orta yaşlarda görülen kronik stresin Alzheimer riskini artırdığını gösteriyor  Aynı zamanda orta yaşta görülen anksiyete kıskançlık, hızlı duygu durum değişiklikleri Alzheimer görülme riskini 2 kat arttırmaktadır.

  1. Kronik Stres Toksinlerin Beyni Etkilemesine Yol Açıyor

Beynimiz her çeşit toksine karşı çok hassastır. Kan-beyin bariyeri beyin için koruyucu görev üstlenen özelleşmiş hücrelerden oluşur. Yarı geçirgen bir filtre beynimize zararlı maddelerin girişini etkiler. Kronik stres ise kan-beyin bariyerini zayıflatır, geçirgen hale getirir. Böylece patojenler, ağır metaller, kimyasal maddeler ve toksinle beynimize daha kolay girebilir. Kan beyin bariyerinin zayıflaması beyin kanseri, beyin enfeksiyonları ve multipl skleroz ile bağlantılı olabilir.

  1. Kronik Stres Beyin Hücrelerinin İntiharına Neden Oluyor

Stres, vücudumuzda ve beynimizde hücrelerin prematür intiharına ve hücresel düzeyde erken ölüme neden olur. Stres sonucu artan kortizol düzeyleri glutamat adı verilen bir nörotransmitterin düzeyini arttırır. Glutamat ise serbest radikallerin (bağlı olmayan oksijen molekülü) daha fazla oluşumuna neden olur. Serbest radikaller beyin hücrelerinde tıpkı oksijenin metalde yol açtığı paslanma gibi bir etki yaratırlar. Yükselen serbest radikal düzeyleri ile beyin hücre duvarında hasar ve sonrasında da hücre ölümü meydana gelir.

  1. Kronik Stres Beyin Enflamasyonuna Yol Açıyor

Beynin kendine ait bir bağışıklık sistemi var. Mikroglia adı verilen spesifik hücreler beyni ve spinal kanalı enfeksiyonlardan ve zararlı maddelerden koruyor. Malesef mikrogliaların bir açma kapama mekanizması yok. Bir kez aktif duruma geldiklerine enflamasyon sürekli olarak devam ediyor. Yani, mikrogliaların sürekli çalışır durumda olmasına ve sonucunda beyin enflamasyonunun gelişmesine neden olan faktörlerden birisi de yine kronik stres.

 

Kaynaklar

ALEKSEENKO A. V. et al., ‘Glutamate induces formation of free radicals in rat brain synaptosomes’, Biophysics, vol. 54, no 5, 2009-10, p. 617-620.

BERGLAND, Christopher, ‘Chronic Stress Can Damage Brain Structure and Connectivity’, Psychology Today, 12 Şubat 2014, https://www.psychologytoday.com/blog/the-athletes way/201402/chronic-stress-can-damage-brain-structure-and-connectivity.

BRANAN, Nicole, ‘Stress Kills Brain Cells Off’, Scientific American, 1 Haziran 2007, http://www.scientificamerican.com/article/stress-kills-brain-cells/.

DOYNE, Shannon, ‘Does Stress Affect Your Ability to Make Good Decisions?’, The Learning Network, International New York Times, 20 Ekim 2014, http://learning.blogs.nytimes.com/2014/10/20/does-stress-affect-your-ability-to-make-good-decisions/?_r=0.

HOLMES, Clive, ‘Chronic stress as a risk factor for the development of Alzheimer’s disease’, Alzheimer’s Society, https://www.alzheimers.org.uk/site/scripts/documents_info.php?documentID=1744.

JOHANSSON, Xinxin Guo, Margda Waern, Svante Östling, Deborah Gustafson, Calle Bengtsson, Ingmar Skoog ‘ Midlife psychological stress and risk of dementia: a 35-year longitudinal population http://brain.oxfordjournals.org/content/133/8/2217

SANDERS, Robert, ‘New evidence that chronic stress predisposes brain to mental ilness’, Berkeley News, 11 Şubat 2014, http://news.berkeley.edu/2014/02/11/chronic-stress-predisposes-brain-to-mental-illness/.

American Institute of Stress: “Effects of Stress.” Helpguide.org: “Understandig Stress.” Department of Health and Human Services: “Stress and Your Health.”

http://www.medscape.com/viewarticle/723847

Basında

Bu yazı HBT Dergisi – 20 Ocak 2017 sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Yeni Pazarlama Bilimi

0

Nöromarketing pazar araştırmaları alanında yeni bir alan. Son yıllarda gerçekleştirilen önemli nörobilim çalışmalarından elde ettiğimiz sonuçların pazarlama alanında kullanılmaya başlanmasıyla ortaya çıktı. Bazılarına göre bu araştırma teknikleri, müşterilerin karar verme ve davranışlarının ardındaki tüm sırları anlamamıza olanak sağlıyor, bazılarına göre ise pazarlamacı ve reklamcılara beynimizi ele geçirme imkanı veren manüpülatif bir yöntem. Peki, gerçek hangisi? Gerçek, abartılarak tartışılan tüm konularda olduğu gibi ortada bir yerlerde.

Nöromarketing, hiç kuşkusuz pazar araştırmaları alanına yeni bir boyut, çok güçlü iç görüler getirdi. Fakat nöromarketing, müşterileri daha çok alışveriş yapmaya teşvik ederek, onları zombilere dönüştürecek bir yöntem değil. Nöromarketing kavramını pazarlama veya pazar araştırması aktivitelerinde nörobilim yöntemlerinin ve nörobilimin sağladığı bilgilerin kullanılması olarak tanımlayabiliriz.

Sonuç olarak nöromarketing, diğer geleneksel araştırma yöntemlerinin hedeflediği noktaya odaklanıyor. Firmalar kendilerini müşterilerine tanıtırken pazarlama ve tanıtım bütçelerini en doğru şekilde nasıl kullanmalı, en doğru iletişim şekli ne olmalı? Nöromarketing aynı zamanda satış mesajlarımıza veya pazarlama stratejilerimize müşterinin beyin perspektifi açısından bakmamızı sağlayan bir paradigm dönüşümü.

Bu konuda süregiden tartışmaların en önemli nedeni ise ‘nöromarketing’ kavramının tam olarak anlaşılmamış olması, bu alanın son yıllarda hızla büyümesi ve konuyu tam olarak bilmeyen kişiler tarafından iletişiminin yapılması. Konu beyin olduğu için ve günümüzde beyinle ilgili her şey çok popüler bir hale geldiğinden spekülasyonlardan uzak durmak ve bu konudaki bilgileri sorgulamak gerekliliği ortaya çıkıyor. Unutulmaması gereken bir nokta ‘beynin sırları çözülmedi’. Telekinezi, telepatik iletişim, anıları slime gibi 20 yıl önce bilim kurgu olarak nitelendireceğimiz çalışmalar, laboratuvar koşullarında gerçekleştirildi, teknolojinin de hızla gelişmesiyle birlikte son 10 yılda beyinle ve sinir sistemiyle ilgili çok önemli bilgilere sahip olduk. Ancak beyin hala evrendeki en gizemli yapı olma özelliğini koruyor.

Neden Nöromarketing?

Nöromarketing ortaya çıktı; çünkü geleneksel araştırma yöntemleri ile insanlara ne istediklerini soruyor, onlardan aldığımız cevaplara göre ürünlerimizi tasarlıyor, pazarlama stratejilerimizi geliştiriyorduk. Uzun yıllar müşterilerin aktardığı görüşlerin doğru olduğuna inandık. Ancak zamanla bu yaklaşımda temel bir sorun olduğunu ortaya çıktı. Nörobilim çalışmalarının bize sağladığı en önemli bilgi; yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, hissettiklerimizin, kararlarımızın çoğu bilincimizin dışında gerçekleşiyor, beynin işleyişi içerisinde en küçük rol bilince ait olanı. Nörobilim ve karar verme mekanizmaları konusunda uzun yıllardır araştırmalar yapan Harward Üniversitesi Profesörü Gerald Zaltman ‘How Customer’s Think’ adlı kitabında klasik pazarlamanın işe yaramadığının altını çiziyor. ‘Çünkü biz insanlara ne istediklerini soruyoruz ve verdikleri cevaplara gore ürünler ve hizmetler tasarlıyoruz. Ancak biliyoruz ki insanlar gerçekten ne istediklerini bilmiyorlar. Kararlarımızı yöneten beyin bölgesi Daniel Kahneman’ın kendisine 2002 yılında Ekonomi Nobel ödülü‘nü kazandıran çok önemli araştırmasında kullandığı deyimiyle Sistem 1. Beynimizin mantıksal işlevlerden sorumlu bölümü olan korteks (Sistem 2), kararlar Sistem 1 tarafından verildikten çok sonar devreye giriyor. Satın alma hareketimiz rasyonel bir düşünceyle değil, hissederek başlıyor, Önce duygularımızla karar veriyor ve daha sonra verdiğimiz kararı mantıklı bir zemine oturtmaya çalışıyoruz. Duygu yoksa karar da alınamıyor.

Nöromarketing Yöntemleri Neler?

Nöromarketing araştırma yöntemlerini uygularken tüketicilere yine belirli sorular soruluyor veya uyaranlar gösteriliyor. Ancak bu araştırmalar sırasında onların söylediklerine değil, beyindeki değişiklere veya vücuttaki fizyolojik değişikliklere bakıyoruz. Bu yöntemler; İfade tanımlama (facial decoding), 43 yüz kasının kasılma hareketlerine göre bireyin duygularını okumanızı sağlıyor. Buna saniyenin aşağı yukarı yalnızca 1/10’unda ortaya çıkan ve eğitim profesyonellerinin bile gözünden ka.abilecek mikro-duyguları saptamak da dahil. Ses analizi (voice analysis), kelimeleri göz ardı edip bireyin hissettiği duyguyu saptamak için ses tonundaki geçişleri analiz etme tekniğidir. Göz takibi (eye tracking), araştırmacıların bakışın ne tarafa yöneldiğini, bir resmin, görselin veya rafın belirli kısımlarında ne kadar süre kaldığını ve tüketicinin baktığı objeyi hangi sırayla taradığını incelediği tekniktir. Bu yöntem ile elde edilen sonuçlar, ürünün hangi rafa yerleştirileceği, logonun olması gerektiği yer ve web sayfası tasarımına kadar bir çok kararı doğru vermemize yardımcı oluyor. Bu üç tekniğin uzaktan, internet aracılığı ile de uygulanabileceğini unutmamak lazım. Tek ihtiyacınız olan mikrofonlu bir kamera ve doğru yazılım. Biyometrik yöntemler ise vücudun verdiği tepkilerin ölçülmesine dayanıyor; kan basıncını, kalp atışı, solunum hızını, derinin terlemesi, göz bebeklerinin büyümesi gibi tepkiler ölçülerek deneklerin uyarandan hoşlanıp hoşlanmadığı, ürünü beğenip beğenmediği analiz ediliyor. Deri iletimi ölçümlemesi (Galvanic Skin Response) ile tüketicilerin derilerinde oluşan gerilme, rahatlama, ürperme gibi reaksiyonlar kaydediliyor. EEG (elektroenfelogram) yöntemiyle motivasyon, bilişsel iş yükü, dikkat, uyku hali/yorgunluk gibi beyin durumlarına ait net bulgular elde edebiliyoruz. Tıp alanında n.rolojik hastalıkların teşhisinde kullanılan ve saçlı deriye yerleştirilen elektrotlar ile uygulanan bu yöntem ile beyindeki nöral senkronizasyonun yüzeye doğru yayılan elektrik voltaj dağılımı kaydediliyor. Günümüzde taşınabilir EEG cihazları ile ürün ve lokasyon değerlendirme araştırmaları kolaylıkla yapılabiliyor. EEG çalışmalarını biyometrik değerlendirme yöntemi ile birlikte uygulayabiliyoruz.

Nöromarketing araştırmaları, hem müşteri davranışlarını incelemek hem de daha uygun koşullar hazırlamaya yardımcı olmak amacıyla kullanılabilir.

Örneğin bu konuda yapılan araştırmalar marketlerde alışveriş sırasında tüketiciye ne kadar çok tercih sunulursa, o kadar az para harcadığını gösteriyor. Çeşit veya uyaran artık.a ilgi azalıyor. Alınacak ürüne karar verme süresi 5-7 saniye arasında değişiyor. Rafların önünde ne kadar çok süre harcanırsa harcansınkarar verme süresi aslında çok kısa. Bu aşamada raf tasarımı, paketlenme ve markanın sunumu ve tüketicinin marka ile kurmuş olduğu duygusal bağ büyük önem taşıyor. Bir ürünü satın almak bilinçli bir karardan çok ritüel haline gelmiş bir davranıştır aslında. Bu nedenle satış noktalarında müşteri deneyimi en çok üzerinde durulması gereken konudur.

Nöromarketing ve Etik

Akla gelen ilk soru bu araştırmaların etik olup olmadığıyla ilgili oluyor. Pazarlamacılar tüketicinin iradesine karşın ürün satabilecek mi? Beynimizi ele mi geçiriyorlar? Nöromarketing, pazarlama alanında yeni ve umut verici bir dal olarak ortaya çıktığında bazıları bunun manupülatif bir teknik olduğunu düşünmüş olabilir. Ancak nöromarketing, müşterilerin gerçek sıkıntısını bulmaya ve pazarlama etkinliklerinin amacına ulaşmasına yardımcı oluyor. Böylece günümüzün zorlu pazar koşularında zaman ve kaynaklar boşa

harcanmıyor. Bu çalışmalardan elde edilen bilgiler daha kaliteli ve müşteri ihtiyaçlarına, isteklerine çok daha iyi cevap verebilen ürün ve hizmetlerin yaratılmasında rol oynayacak, beynimizin işleyiş mekanizmaları, hangi uyaranlardan ve nasıl etkilendiğimiz konusunda farkındalık geliştireceğiz.

 

Basından

Bu yazı Private Label Dergisi – Nisan 2016 sayısı’nda da yayınlanmıştır.


 

Bu yazı Saray Dergisi – Nisan 2016 9. sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Spiritüel Etiket

0

Son zamanlarda ortaya çıkan birçok spiritüel öğreti ve ‘kişisel gelişim’ programı isteklerimizi elde etmenin aslında çok ta zor olmadığını ve kendi gerçekliğimizi yaratabileceğimizi söylüyor.

Peki bu öğretiler bize bu konuda nasıl yardımcı oluyor. Bize istediğimiz şeyi gözümüzde canlandırmanın, harekete geçmenin, amaçlarımızı belirlemenin, olumlamalar yapmanın  isteklerimize ulaşmak için yeterli olduğunu söylüyorlar. Eğer istemesini biliyorsak istediklerimiz gerçekleşir. Eğer gerçekleşmiyorsa istemesini bilmiyoruz, ya da bilinçaltında çok yanlış düşünce kalıplarına sahibiz. Sürekli dile getirilen bu bilgilerle bizler kendimizi tanıma, en derindeki özümüzü bulma zahmetine katlanmadan, bize evrenin sunacağı hediyeler için isteklerde bulunuyoruz.

Dünyaya geliş şeklimiz, genetik yapımız, fiziksel özelliklerimiz, ailemiz, çocukluğumuz, tüm bunlar yaşamımızı yönlendiren etkenler ve bunlardan bağımsız olarak sadece ‘istemek’ ve istediklerimize sahip olacak olgunluğa erişmeden istemek anlamlı mı? Ve istekler aslında zihnin bir oyunu değil midir? Yani egosal bir durum! Ayrıca biliyoruz ki ‘mutluluğu, sahip olmaya ve nesnelere bağlamak, çok büyük bir yanılsamadır; mutluluk sahip olma yoluyla gelmez. Değişim içinde olan, geçici olan şeylere sanki hiç değişmeyeceklermiş, sanki kalıcı şeylermiş gibi tutunmak mutsuzlukla sonuçlanır. Çünkü bugün istediklerimizin yarın hiçbir anlamı kalmayabilir.

Bu nedenle ‘Ben’ kendi gerçekliğimi yaratırım iddiası ile konuşurken çok  dikkatli olmalıyız. Çünkü ‘ben’ derken aslında hangi ‘ben’i dinliyorum? Egomu mu, benliği mi mi? İçimdeki egoyu mu, içimdeki Bütünü mü? Çünkü içimdeki Bütün sadece beni önemsemekle kalmaz. İçimdeki Bütün büyük ve küçük herşeyin içindedir  ve o Bütün evreni yaratır; aydınlığı ve karanlığı kapsayan kendi gerçekliğini yaratır.   Ama ben kendi gerçekliğimi yarattığımı iddia etmeye başladığımda ve o gerçeklik  sadece yeni  bir araba almak ve yeni bir iş bulmak, daha çok para, ün, aşk,  mutluluktan ibaret olduğunda, belki de durup sormalıyım: Hangi  ‘ben’i dinliyorum? Çünkü artık her şeyle bir olmuyorum  değil mi ? Evrenin.  sadece benim küçük arzu ve isteklerimle yönetilen küçük bir dilimiyle bir oluyorum ve bu Bütün falan degil, bu egodur.

‘’Spiritüel yaklaşımların birçoğunun temel özelliği  yeniden etiketleme sürecidir. Yani sen şu andaki egosal halini alır, onu spiritüel,  ilahi,  kutsal  olarak etiketlemeyi  öğrenirsin, Egonu Tanrıça diye, Kutsal Benlik diye, Baş  Melek  falan filan …  diye adlandırırsın.  Sonunda dayanamazsın ve egonun en Derin köşelerini Tanrı diye etiketlersin ve işte  insanların yeni spirituel paradigma dedikleri  budur.’’ Bumeritis/Ken Wilber

 

 

Doktorumu Dinliyorum

0

“Esas olan gözle görülmeyendir.” – Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry

www.youtube.com/watch?v=Wl2_knlv_xw
www.youtube.com/watch?v=Wl2_knlv_xw

Bir kararın niteliğinin, bu kararı alırken harcanan süre ve çabayla doğrudan bağlantılı olduğunun sürekli bize hatırlatıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Acele işe şeytan karışır diyoruz. Dereyi görmeden paçayı sıvama. Dur da bir düşün. Görünüşe aldanma. Sadece bilinçli kararlarımızın doğruluğuna güveniyoruz. Ancak günlük yaşamımızda sık sık anlık hükümler ve ilk izlenimler kararlarımızı yönlendiriyor.

Nörobilim alanında yürütülen çok sayıda araştırma saniyeler içerisinde verdiğimiz kararların, bazı durumlarda aylar süren mantıksal analizler sonucunda ulaşacağımız kararlardan farklı olmadığını gösteriyor. Kararlarımızı yönlendiren en önemli faktör ise duygular. Duygu yoksa karar da alınamıyor.

Doktor hasta ilişkilerine baktığımız zaman da durum pek farklı değil. Eğer uğraştığınız konu insan sağlığı ise, hastaların duygulardan oluşan varlıklar olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Teknolojinin altın çağının yaşandığı  günümüzde bile hala hastaların tedavi kararlarını, tedaviye uyumlarını ve doktorlara duydukları güveni yönlendiren en önemli etken doktorların onlarla çok kısa bir süre içerisinde kurduğu iletişim şekli. Örneğin doktorun kendileriyle konuşma tonu, göz teması kurması, doğru soruları sorması, onları dinlemesi, görüşme sırasında uygun ve anlaşılabilir açıklamaların yapılması… Hastalar, onların bir olgu değil bir insan olduğunu bilen ve bunu hissettiren doktorlara güveniyorlar.

Malcolm Gladwell’in Blink kitabında detaylı bir şekilde ele aldığı, Amerika’da hekimler üzerinde yapılan bir çalışmada, doktorlara yanlış tedavi yaptıkları durumlar için poliçe satan bir sigorta şirketi hangi doktorların dava edilme olasılığının daha yüksek olduğunu araştırıyor. İki olasılık var:  Birincisi, doktorun eğitim düzeyi ve güvenilirliğini hakkında bilgi sahibi olmak için son yıllarda ne kadar hata yaptığını hastane kayıtlarını inceleyerek araştırmak; diğeriyse doktorun bir hastasıyla arasında geçen konuşmanın bir kısmını kaydederek dinlemek.

Malcolm Gladwell - Blink
Malcolm Gladwell – Blink

Bu konuda yürütülen araştırmalara kitapta detaylı olarak yer verilmiş ve elde edilen sonuçlar oldukça ilgi çekici. Dava edilme riski, doktorun ne kadar çok hata yaptığıyla kesinlikle ilgili değil. Araştırma sonuçlarına göre çok başarılı ve yetenekli doktorlar sıklıkla dava ediliyorken, çok hata yapanlar hiç mahkemeye çıkmayabiliyor. Ayrıca doktorun hatasından dolayı zarar gören ama bu durumu çevresindekilerle paylaşmayan hastaların sayısı oldukça fazla. Hastalar sadece kötü tedavi uygulandığını düşündükleri için dava açmıyor. Şikayetçi olma nedenleri hem kötü tedavi, hem de muayene sırasında doktorların onlara davranma şekliyle ilgili. Yanlış tedavi davalarında genellikle karşılaşılan durum, hastaların hızlı karar vermek zorunda bırakılmaları ve yeterince ilgi görmemeleri. Bu davalarla ilgilenen önemli bir avukat olan Alice Burkin şunu söylüyor: “İnsanlar sevdikleri doktorları dava etmiyorlar.’’ Doktorunu dava etmekte kararlı olan bir hasta, avukatı Alice Burkin’e, doktorundan nefret ettiğini, çünkü kendisine hiç zaman ayırmadığını ve semptomları hakkında sorular sormadığını, sanki karşısında bir insan yokmuş gibi davrandığını anlatıyor.

Farklı platformlarda uzmanların dile getirdiği gibi, özellikle, hasta kötü bir sonuçla karşılaştığında doktor durumu uygun bir iletişim diliyle açıklamalı ve hastanın sorularını yanıtlamalı.  Haklarında dava açılanlar ise genellikle bunu yapmayan doktorlar. O zaman bir doktorun dava edilme riskini ölçmek için ne kadar iyi ameliyat yaptığını bilmek şart değil. Bilinmesi gereken şey doktorun hastasıyla kurduğu ilişki.

Kitapta önemli bir bilim insanı olan Dr. Wendy Levinson’un yaptığı ilginç bir araştırma sonucu da yer alıyor. Bu araştırmada doktorlarla hastaları arasında geçen konuşmalar kaydediliyor. Bu doktorların yaklaşık yarısı hiç dava edilmemiş. Diğer yarısı da en az iki kez dava edilmiş. Araştırmacılar kaydedilen konuşmalara bakarak iki grup arasında belirgin farklar saptıyor. Hiç dava edilmemiş olan cerrahlar hastalarına daha önce dava edilmiş olan gruptan en az 3 dakika daha fazla vakit harcamış (edilmemiş olanlar 18,3 dakika, edilmiş olanlarsa 15 dakika). İlgili doktorlar “önce sizi muayene edeceğim sonra da probleminiz hakkında konuşacağız” ya da  birazdan sizin sorularınıza da geçeceğiz” gibi hastaların bu muayeneden beklentilerini netleştirmeye yarayan ve muayenenin zamanlamasını belirten açıklamalar yapmış. Aktif bir şekilde hastalarını dinlemiş ve “biraz daha ayrıntı verebilir misiniz” gibi cümleler kurmuşlar. Ayrıca bu doktorların daha çok gülümsediği ve espri yaptıkları saptanmış. İlginç olan nokta ise verdikleri bilginin niteliği ve niceliği diğer doktorlardan farklı değil; hastalarının durumu ya da tedavi hakkında aynı oranda bilgi vermişler. Temel fark ne söylediklerinde değil, bunu nasıl söylediklerinde.

JAMA'da yayınlanan 'Physician-Patient Communication' makalesi.
JAMA’da yayınlanan ‘Physician-Patient Communication’ makalesi.

Bu araştırma, Dr. Levinson’un hastalarla doktorlar arasındaki konuşma kayıtlarını dinleyen psikolog Nalini Ambady tarafından daha da detaylandırılmış. Ambady, her doktor için iki ayrı hastayla geçen birer görüşme seçmiş. Sonra, her görüşmeden doktorun konuştuğu ikişer 10 saniyelik parça dilimini ayırmış, yani üzerine yoğunlaştığı dilim her doktor için 40 saniye olarak belirlenmiş. Son olarak da konuşmaların yüksek frekanstaki tonlamalarını –ki bu heceler kelimeleri anlamlı kılan şeyler- silerek kayıtları özel bir filtreden geçirmiş. Bu elemeden sonra kayıtta sadece tonlama, farklı perdeden sesler ve ritm kalmış, içeriğe ait her şey yok olmuş. Sadece bu dilimi kullanarak bir analiz yapmış. Hakimlere bu bozulmuş ses kaydını dinleterek samimiyet, düşmanlık, üstünlük ve gerginlik açısından puanlar vermelerini istemiş ve sadece o puanlara bakarak hangi doktorların dava edildiğini, hangilerinin edilmediğini tahmin edebilmiş.

Ambady’in belirttiğine göre kendisi ve çalışma arkadaşları elde ettikleri sonuca inanamamışlar. Hakimler, cerrahların deneyimleri, eğitim düzeyleri, yetenekleri ve çalışma yöntemleri hakkında herhangi bir bilgiye sahip değildiler. Onların hastalara ne dediğini bile bilmiyorlardı aslında. Tahmin etmek için ellerindeki tek veri doktorların ses tonlarını dinleyerek yaptıkları analizlerdi. Hatta durum bundan daha da basitti. Eğer doktorun sesinin üstünlük taslayan bir tonda olduğuna karar verilmişse o doktorun dava edilmiş olan gruba ait olduğu tahmin ediliyordu. Eğer ses tonu daha az baskıcı, daha ilgili, düşünceli geliyorsa doktorun dava edilmeyen gruptan olduğu saptanmıştı.

kalp

Hepimiz için, her çeşit iletişimde anlık hükümler ve ilk izlenimler önemlidir, duygularımızla anlık yargılara sahip oluruz. Evrimsel süreç içerisinde bu anlık kararlar insanoğlunun uyum yeteneğinin ve hayatta kalma şansının yüksek olmasını sağlamıştır. Her şey saniyeler içerisinde gelişir; ölçülü ve analitik davranacak, karşımızdaki kişinin veya doktorumuzun yaşadığı zaman baskısı, kurumsal koşulların getirdiği zorluklar hakkında fikir yürütecek, empati kuracak vaktimiz yoktur. En derindeki arzumuz her koşulda anlaşılmak, sevgi, şefkat ve güven duygusunu hissetmektir.

 

 

 

Yeni İkna Bilimi Nöromarketing

0

Dr. Bayer, beyindeki karar verici bölge olan eski beyine ulaşmamızı sağlayan 6 temel uyarandan biri olan duygularla nöromarketing bilimini açıklamaya devam ediyor.

Duygular beynimizde elektrokimyasal tepkiler oluşturuyor, güçlü duygularla deneyimlediğimiz olayları daha çok hatırlıyoruz Ünlü nörobilimci Antonio Damasio’nun dediği gibi “Biz hisseden düşünme makineleri değil. düşünen hissetme makineleriyiz.” Karşımızdakileri etkilemenin en hızlı yolu onların duygularına ulaşmakla gerçekleşiyor. Ne zaman güçlü bir duygu hissetsek beynimiz bellek oluşturucu ve karar tetikleyici bir hormon kokteyli salgılıyor. Hissettiklerimiz ne kadar güçlüyse anılarımız da o derece canlı ve kalıcı oluyor.

Biz duygulardan oluşan canlılarız ve “Duygu yoksa karar da yok. Hizmeti sunduğumuz veya iletişimde olduğumuz kişinin duygularına hitap edebildiğimiz sürece akılda kalıyoruz ve değerimiz artıyor. Duygulara etkili hitap eden markalar veya kurumlar tercih ediliyor. Hikayeler ise dikkat çekip. duyguları canlandırmak için çok iyi bir yöntem. İyi hikayeler eski beyin ve bilinçaltımız üzerine herhangi bir rasyonel bilgiden daha çok etkiye sahip. İyi bir hikaye nasıl yaratılır veya anlatılır? Sizin, bir yakınınızın veya bir müşterinizin başından geçmiş bir olayı, deneyimi anlatırken duygusal detayların olmasına özen gösterin, hikayenizi karşı tarafın dünyasıyla bağdaştırın ve hikayenin net bir ana fikri olduğundan emin olun. Bunu zaten günlük yaşantınızda farkında olmadan birçok kez yapmış olabilirsiniz.

Mesajlar sizinle ilgili değil onlarla ilgili olmalıdır

Diğer önemli bir nokta eski beynin BEN merkezci olması. Yani kendine hızla yarar sağlamayan ya da hayatta kalmaya yönelik herhangi bir mesaj içermeyen uyarılara sabır ve ilgisi yok. Bu nedenle ikna etmeye çalıştığınız kişilere vereceğiniz mesajların sizinle ilgili değil onlarla ilgili olması gerekir. Onu etkilemek için kendisiyle ilgili yararları sunmalısınız. Burada ‘ben` değil `siz` dili kullanmak çok önemli. Yale Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre ‘siz` en ikna edici kelimelerin başında geliyor. Konuşmanızda siz sözcüğünü sıkça kullanın, olumlu ve kibar olun. Bu sırada karşınızdakilerle kendi dilleriyle konuşun. Güvenilir olmak için müşterinizin en iyi arkadaşı gibi görünmek, konuşmak ve bu şekilde hissettirmek önemli. Eski beyinle kurulan iletişim daha çok bilinçaltı seviyesinde oluyor ve eski beyin kendisine daha çok benzeyen ve kendisi gibi davranan insanlarla daha kolay iletişim kuruyor. Dürüstlükle iletişim kurduğunuzda ise karşı taraf aldatılma korkusu yaşamıyor, siz ve söyledikleriniz arasında bir uyum hissediyor. Gerçek anlamda hizmet para ile satın alınamayacak olandır Bu da ancak dürüstlük ve samimiyetle olur.

Peki aynı kelimeler ve aynı ses tonunu kullanan bazı insanların, diğerlerinden daha güvenilir olması nasıl mümkün oluyor. Çünkü eski beyin kolaylıkla vücut dilimizi okuyabiliyor. Bu nedenle güçlü bir duruş ve kararlı hareketler sergilemek, bu sırada enerjimizi yansıtmak için mimikler ve jestler kullanmak önemli. Diğer önemli bir konu ise göz teması kurmak iletişim sırasında göz teması kurmadığımız zaman samimi bir sohbet kurabilmek mümkün olmuyor. Göz teması kurmadığınız zaman gönderdiğiniz mesajın karşı tarafta güven duygusu yaratması çok zor. Söylediğiniz ne olursa olsun, dinleyicilerinizin gerçek anlamda karar vericileri olan eski beyinleri sizi duymayacaktır Güven sağlamak için en az dört saniye güz teması kurmak gerekiyor.

Eski beynin karar vermesi için keskin zıtlıklara ihtiyacı vardır

Bir diğer önemli faktör ise ‘Zıtlık’. Zıtlık eski beynin hızlı ve risksiz karar vermesini sağlıyor’. Eski beynin zıtlıklara dikkat etmek üzerine programlandığını unutmayın. Eski beynin karar vermesi için keskin zıtlıklara ihtiyacı vardır. Zıtlık olmazsa karar verme ertelenir. Son bilimsel veriler gösteriyor ki biz aslında önceden hazırlıklı bir şekilde çevremizdeki değişiklikleri tanıyoruz. Zıtlık raf tasarımı ve ürün yerleştirmeden, bir tedavi çözümü sunmaya kadar her alanda kullanılabilir. Müşterinize çözümünüzün onu olumsuz bir durumdan nasıl daha iyisine taşıyacağını gösterebilirsiniz. Farklılık her zaman işe yarar, çünkü eski beyin bunu zorlanmadan anlar.

Eski beyin karmaşık cümleler ve anlatımlardan kaçıyor

“Eski beyin somut ve kolay anlaşılabilir verilere ihtiyaç duyuyor” ona anlaşılması kolay fikirler sunmalısınız. Nöromarketing yöntemlerini kullanan çok büyük teknoloji şirketleri bile mesajlarını bir çocuğun anlayabileceği şekilde basitleştiriyor. Eski beyin karmaşık cümleler ve anlatımlardan her zaman kaçıyor ve ilgilenmiyor.

Dikkat çekici bir görselin yaratacağı etki her zaman sözcüklerden daha fazladır

”Eski beyin görseldir”, kelimeler ve uzun cümleler eski beyni etkilemez. Eski beyin için en etkili uyarıcı; çarpıcı bir görseldir. Bu durum fiziksel olarak görsel sinirlerin eski beyine bağlı olmasından kaynaklanıyor olabilir. İnsanları yalnızca sözcüklerle ikna etmek oldukça zordur. Sözcükler 40.000 yıldır hayatımızda, yani eski beyin yazılı sözcüklerden 45.000 kat daha eski. Yazılı sözcükler eski beynimizi etkileyecek yeterli zamanı henüz bulamadılar. Bu nedenle dikkat çekici bir görselin yaratacağı etki her zaman sözcüklerden daha fazladır.

Başlangıç ve sonda vurgulananlar oldukça önemlidir

Eski beyin ”başlangıç ve son” ile ilgileniyor, mesajınızın ortasında yer alanları ise genellikle dikkate almıyor Başlangıçla ve sonda vurgulananlar ise her zaman akılda kalıcı oluyor.

Bir ürün veya hizmeti tanıtırken en etkili yol, hizmeti götürdüğünüz kişinin sıkıntısını yani derdini keşfetmek. Ürünler veya hizmet hakkında bilgi verirken asıl üzerinde odaklanmanız gereken nokta bu hizmetin kişinin hangi sıkıntısını gidereceği olmalı ve kullanıcıya sağlayacağı yararları net bir şekilde anlatmalısınız Eski beyin ben merkezci olduğundan ve hayatta kalma dışında hiçbir şeyle ilgilenmediğinden, herhangi bir sıkıntısının hafifletilmesi onun ilgisini çekiyor. Müşterilerinizin mevcut durumunu anlayıp, uzmanlık bilgilerinizi anların istedikleri sonuçlarla eşleştirirseniz sıkıntılarını tam olarak teşhis edebilirsiniz. Bunu yapmanın en iyi yolu ise doğru soruları sormak ve iyi bir dinleyici olmaktır. Bu şekilde hem sıkıntıyı net bir şekilde keşfedebiliriz, hem de farklı ihtiyaçlar ortaya çıkarabiliriz. Nörobilim çalışmalarından elde edilen bilgilerin pazarlama, ikna süreçleri ve iletişimde kullanılması bize sayısız yararlar sunuyor. Nöromarketing birçok bilimadamı tarafından çok kapsamlı bir araştırma konusudur. Nöromarketing, pazarlamacılara müşterilerin nasıl düşündüğünü gösterdiği gibi müşterilere de kendi karar verme süreçlerinin nasıl işlediği hakkında içgörüler sunuyor. Hiç kuşkusuz yakın gelecekte nöromarketing ile pazarlamanın etkinliği artacak, bu bilgilerin yaygın alarak kullanılmasıyla birlikte ürün lansmanı ve kampanyaların başarısızlık oranı azalacak ve sonuç olarak pazarlama, müşterinin gerçek ihtiyaç ve isteklerine daha duyarlı olmaya başlayacak.

 

Basında

Bu yazı Petinfo Dergisi – Kasım 2014 sayısı’nda da yayınlanmıştır