Ana Sayfa Blog Sayfa 3

Nöromarketing Workshop

0

29 Haziran 2018 Asmalı Mescit – Adahan Otel

Detaylı Bilgi ve kayıt için:
Damla Çimen: dcimen@ptms.com.tr
Telefon: 0533 209 10 79

Beyin Hikayeleri Sever

0

Hepimiz masallarla büyüdük, iyiyi, kötüyü, doğruyu yanlışı masallardan öğrendik. Büyüklerimizin anlattığı hikayeler hep ilgi çekici geldi, hiç bitmesin istedik. Sonra kitaplar en iyi dostumuz oldu. Ve filmler zamanla hayatımızın bir parçası haline geldi. Sinemayı sevdik, tiyatro oyunlarından etkilendik.

Kişisel hikayelerimiz, başkaları hakkında konuştuklarımız ve hatta dedikodu, iletişimimizin büyük kısmını oluşturuyor. Bir hikaye dinlediğimiz zaman onu hızla geçmişteki deneyimlerle ilişkilendiriyoruz. Dinlediğimiz hikayeler kendimizi daha iyi anlamamızı sağlıyor, başkalarının hikayeleri bize en derindeki varlığımızı tanımada yardımcı oluyor. Hikayeler insanları bir araya getiriyor, onların birbirleri için empati duymalarını ve ilişkilerini geliştirmelerini sağlıyor.

Çalışanlarımızla duygusal bağlar kurmak, onlara ilham vermek, motive olmalarını sağlamak için hikayelerin gücünden yararlanabilir miyiz?

Bu aslında hiç zor değil. Ancak hikaye anlatırken bilmemiz gereken önemli bir nokta; duygulara hitap eden hikayeler, rasyonel ve veri içerikli mesajlara kıyasla beynin daha fazla sayıda bölgesini etkiliyor.

Öncelikle beynimizin bilgileri nasıl işlediğini hatırlamakta fayda var.

Bize bir bilgi sunulduğunda, beynimizde iki temel bölge harekete geçiyor. Bunlar Wernicke ve Broca alanları.

brocaGünümüzün kurumsal mesajlarını dinlemek veya okumak ise beyinin bu bölgeleri için zorlayıcıdır. Örneğin:

Halkın hizmetine sunulmuş olan çok fazla sayıda ürünümüz, birçok coğrafi bölgede sağlık alanındaki misyonumuzu sürdürmek üzere, kurum stratejilerimize bağlı kalarak kapsamlı ve geniş bir şekilde ilgili paydaşlara tanıtılmakta, elde ettiğimiz sonuçlar siz değerli çalışanlarımızla düzenli aralıklarla paylaşılmaktadır.

Beynimiz bu tip soyut anlatımlarla karşılaşınca sıkılıyor, yoruluyor ve aldığı bilgiyi etkili bir şekilde işleyemiyor. Ne yazık ki iş dünyası bunun gibi kurumsal mesajları çok seviyor. Kurumların çalışanlarına verdikleri mesajlarda genellikle mantık, bilgiler, veriler, oranlar, uzun cümleler ve kurumsal dil baskındır.

Ancak nörobilim alanındaki son çalışmalar, “mantıklı” kararlar aldığımıza inandığımızda bile, aslında bilinçaltının etkisinde olduğumuzu ve duygularımızla karar verdiğimizi gösteriyor. Bu durumda, yani kararlarımızın çoğunun ardındaki neden mantığımızdan çok duygularımızsa, hikayeler, özellikle duygulara hitap eden hikayeler, bilginin paylaşılması, insanların bir nedenle ilişki kurması, empati yaratmak, motive etmek için en etkili araçlardır.

Hikaye Anlatma Gücünün Ardındaki Bilimsel Gerçek

Beyniniz kurguyu nasıl işler?

Şimdi de bunu okuduğumuzda neler olduğuna bakalım:

Bu ay mesaiye kaldığı dördüncü geceydi, saat dokuz buçukta cep telefonu çaldı. O sırada ayaklarını masanın üzerine uzatmış günün yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışıyordu. Ayaklarının uyuşmakta olduğunu hissetti. Karşı masadaki arkadaşının biraz önce yediği lahmacunun kokusu tüm odayı kaplamıştı. Telefon yaklaşık beş defa çaldıktan sonra doğruldu ve bilgisayarının yanında duran telefonu açtı. Arayan oğluydu. ‘Anne ne zaman geleceksin?’ diye sordu çocuk. Bir anda içini o alışılmış duygu, vicdan azabı kapladı. Ne zaman gidecekti.”

Bunu okurken beynimizin hangi bölgeleri mi çalıştı? Neredeyse bütün beyin bölgeleri. Motor korteks (doğrulma ve telefonu açma), duyusal korteks ve serebellum (ayakların uzatılması, uyuşma), olfaktör korteks ( kokular), görsel  korteks (renk ve şekiller), işitsel korteks (telefonun çalması), limbik sistem, insula (duygular).

Veriler ve rakamlar beynin küçük bir alanını uyarırken, hikayeler ise renkli, zengin, üç boyutlu görüntüler ve duygusal yanıtlar oluşturacak şekilde beynin birlikte aktive olan birçok bölgesini çalıştırır. Princeton profesöru Uri Hasson’a göre hikaye beyin bölgelerinin tümünü çalıştırmanın tek yoludur. Dinleyici böylelikle hikayeyi kendi deneyimleri ve düşünceleriyle birleştirerek içselleştirir. Hikayeyi okuduğumuz veya dinlediğimiz sırada, kısa bir süre için, hikayede geçenlerin aslında bizim başımızdan geçtiği hissine kapılırız. Her bir duyusal görüntü, ses, doku, renk, his ve duygu hikaye bizi içine çektikçe beynimizde birer tutunma noktası oluşturur ve biz özel bir çaba harcamadan dikkatimizi korumaya devam ederiz.

İyi bir hikayenin gücü, budur !

29tb-podcast-master675

Hikayelerin etkileyici gücünü uzun süredir bilmemize rağmen birçok kurum, çalışanlarıyla iletişim kurmak için “sadece bilgilendirici” olan ölü, soyut dili kullanmaya, ama bir yandan da çalışanlarıyla duygusal bağ kurmak istediklerini söylemeye devam ediyor. Kolayca anlaşılan, çaba göstermeden hatırlanabilen ikna edici mesajlar oluşturmak isteyen herkesin hikayelerin beynin tüm bölümlerini uyarmak için başlangıç noktası olduğunu ve duygulara hitap eden dilin ise yolun devamını oluşturduğunu bilmesi önemli.

Dinleyicilerinizi ikna etmek istediğinizde hikayeleri ve metaforları kullanmamızın bir başka önemli nedeni de insanların gerçeklere dayalı bilgiyi işlemekte zorlanmaya eğilimi olmasıdır. Dayanak noktası olarak istatistiklerin, yüzdelerin ve bilgilerin verildiği bir sunum dinlediniz mi? Bu bilgiler verilirken, beyin analitik moda geçer ve kısa süre sonra “kim demiş,” “veriler ne kadar geçerli”  ya da “bunun karşıt savı nedir?” gibi sorular sormaya başlarız. Çok fazla bilgi, diğerlerini ikna etmek istediğiniz durumlarda ters etki yaratabilir.

Dinleyicilerin gerçek veriler ve argümanların kullanıldığı reklamlara kıyasla, hikaye şeklinde aktarılan verilere daha olumlu tepkiler verdiğini gösteren çok sayıda çalışma yapıldı. Mesajınızda ikna edici gerçekleri, verileri, rakamları tabii ki kullanın ancak bunları gerçek yaşamla bağdaştırmak ve dinleyicilerin zihninde tutunma noktaları oluşturmak üzere hikayelerle destekleyin.

Hikayeniz ne kadar basit ise o kadar etkileyici ve akılda kalıcı olur.

Kelimelerle resim yapmak

 Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında roman yazmayı kelimelerle resim yapmaya benzetir. Yazara göre romanlar dünyanın bir yansıması olmasının yanı sıra kokuları, sesleri, tatları ve dokunma duyusunu başka hiçbir edebi biçimin yapamadığı zenginlikte tasvir eder. Romanlar birbiriyle çelişen düşüncelere huzursuzluk duymadan aynı anda inanmamızı, herkesi aynı anda anlamamızı sağlayan özel yapılardır. Orhan Pamuk romanın rüyaya benzeyen büyülü etkisini şöyle tarif eder:

Roman okurken de, tıpkı rüya gördüğümüzdeki gibi, karşılaştığımız şeylerin harikuladeliği bazen bizi öylesine çarpar ki, nerede olduğumuzu unutur; tanık olduğumuz hayali olayların içinde, kişilerin arasında sanırız kendimizi. Öyle zamanlarda, romanlarda karşılaştığımız ve keyfini çıkardığımız hayali dünyanın gerçek dünyadan daha gerçek olduğunu hissederiz. Bu ikinci hayatların bize gerçeklikten daha gerçek gelmesi, sık sık romanları gerçeğin yerine koymamıza, en azından onları hakiki hayatla karıştırmamıza yol açar. Ama bu yanılsama, bu saflık, şikayetçi olduğumuz bir şey değildir hiç. Tam tersi, tıpkı bazı rüyalarda olduğu gibi, okumakta olduğumuz romanın devam etmesini ve bu ikinci hayatın bizde tutarlı bir şekilde gerçeklik ve hakikilik duygusu uyandırarak sürüp gitmesini isteriz.

Yazara göre Tostoy’un ünlü romanının başında Anna Karenina’yı St. Petersburg treninde bir elinde roman, bir yanında da ruh halini yansıtan bir manzaraya bakan bir pencere arasında bırakması bir rastlantı değildir. Anna’nın elinde tuttuğu kitabın ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyiz ama Tostoy’un bizi içine sokmak istediği manzaraya girebilmek için Anna’nın elindeki kitaba değil, pencereden dışarı bakması gerekir. ‘Bu bakış sayesinde romanın içine girer kendimizi 1870’lerin Rusya’sında buluruz.’

anna-karenina-in-dolce-gabbana-fw-2013-baroque-collection-by-lucio-palmieri

Etkileyici, akılda kalan, motive edici ve dönüştürücü mesajlar mı vermek istiyorsunuz?

O zaman duyguların ve hikayelerin gücünü unutmayın. İş dünyasını bir tiyatro olarak düşünürsek bizim etkileyici hikayelerimizin teması güçlüklerle yüzleşmek, tehditleri savurmak, insanların hayatını değiştirecek hizmetler sunmak, keşifler yapmak olabilir.

Paylaştığınız duygu dolu hikayeler ile işinize hayat katarsınız.

 

Kaynaklar

 HSU, Jeremy, “The Secrets of Storytelling: Why We Love a Good Yard”, Scientific American Mind, 1 Ağustos 2008, http://www.scientificamerican.com/article/the-secrets-of-storytelling/.

“The science behind storytelling”, Melcrum, https://www.melcrum.com/research/strategy-planning-tactics/science-behind-storytelling.

WIDRICH, Leo, “The Science of Storytelling: What Listening to a Story Does to Our Brains”, Buffer Social, 29 Kasım 2012, https://blog.bufferapp.com/science-of-storytelling-why-telling-a-story-is-the-most-powerful-way-to-activate-our-brains.

ZAK, Paul, “How Stories Change the Brain”, Greater Good Berkeley, 17 Aralık 2013.

 

Basında

Bu yazı Sağlık ve İnsan Dergisi – Ağustos 2016 sayısı’nda da yayınlanmıştır.


 

Bu yazı Herkese Bilim Teknoloji Dergisi – 2 Aralık 2016 sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Bizi Yöneten Anlık Kararlarımız mı?

0

Malcolm Gladwell, zihnimizin nasıl tepki verdiğini incelediği Blink (Düşünmeden Düşünebilmenin Gücü)  adlı kitabında çok düşünmeden alınan kararların, detaylı düşünülmüş kararlar kadar iyi olabildiğini gösterirken, aynı zamanda içgüdülerimizin bize ihanet ettiği anları da sorguluyor.

Örneğin çok iyi bir oyuncu olduğumuzu ve satranç oyunu sırasında satranç tahtasına konsantre olduğunuzu düşünelim. Göremediğiniz bir şey var mı? Hayır. Peki kazanmanız garanti mi? Hiç de değil, çünkü karşınızdaki kişinin ne düşündüğünü göremezsiniz. Bu nedenle kararlarımız için söyleyebileceğimiz en doğru şey hiçbir kararın kesinliği olmayacağıdır.

Peki Hasta Doktor İletişiminde Durum Nasıl?

Hastaların hekimleri değerlendirmesindeki en önemli unsurlardan biri hekimin hastasıyla kurduğu iletişim tarzıdır. Hekimin etkili iletişim becerilerini kullanması, hastaların hekimi tercih etmelerinin en önemli nedenidir.

Doktorlara, yanlış tedavi yaptıkları durumlarda korunma paketleri satan bir sigorta şirketinde çalıştığınızı düşünün. Patronunuz, şirketin koruduğu doktorların arasında kimin dava edilme ihtimalinin en yüksek olduğunu saptamanızı istiyor. Ve yine, iki ihtimal var. İlki doktorum eğitimini, güvenilirliğini inceleyerek son yıllarda ne kadar hata yaptığını görmek için hastane kayıtlarına bakıp bir analiz yapmak. Diğeriyse doktorun bir hastasıyla arasında geçen konuşmanın bir kısmını gizlice dinlemek.

Artık ikinci seçeneğin daha iyi işlediğini söyleyeceğimi düşünüyorsunuz değil mi? Haklısınız ve sebebi de şu: İster inanın ister inanmayın, dava edilme riski doktorun ne kadar hata yaptığıyla ilgili bir şey değil. Bütün çalışmalar gösteriyor ki, çok başarılı ve becerikli doktorlar sıklıkla dava ediliyorken çok hata yapanlar hiç mahkemeye çıkmayabiliyor. Ayrıca doktorun hatasından dolayı zarar gören ama durumu mahkemeye götürmeyen hastaların sayısı epey fazla. Başka deyişle, hastalar kötü tedaviden yakındıkları için dolayı dava açmıyorlar. Sebep hem kötü tedaviye maruz kalmaları hem de  başlarına başka bir şeyin daha gelmesi.

O başka şey nedir peki? O şey doktorların hastalara nasıl davrandıklarıda  gizli. Yanlış tedavi davalarında  karşımıza sürekli çıkan durum hastaların hızlı karar vermek zorunda bırakılmaları, yeterince ilgi görmemeleri ya da kötu tedavi edilmeleriyle ilgili şikayetler. Önde gelen tibbi dava avukatlarından Alice Burkin’in söyledigine göre “insanlar sevdikleri doktorları dava etmiyorlar. Bu işi yıllardır yapıyorum ve hiçbir zaman bir müvekkilimin gelip  ‘doktorumu çok seviyorum ve bunu yaptığım için  kendimi kötü  hissediyorum ama ona dava açmak istiyorum” dediğine rastlamadım. İnsanlar gelip tedavileri sırasında görüştükleri bir uzman hakkında şikayetçi olmak istediklerini söylerler ve biz ‘aslında suç uzmanda değil asıl doktorunuzda’ dediğimizde,  ‘Onun ne yaptığı önemli değil. Onu çok seviyorum ve davayı ona değil, uzmana açmak istiyorum” diye cevap verirler.”

Burkin’e bir müvekkili gelip meme kanserini metastaz yapana kadar teşhis edemeyen dahiliye uzmanı hakkında şikayetçi olmak istediğini belirtmiş. Sorumluluğun büyük bir kısmı aslında radyoloji uzmanına aitmiş. Ancak müvekkil fikrinden dönmemiş. Dahiliye uzmanını dava etmekte kararlıymış. “ İlk buluşmamızda müvekkilim o doktordan nefret ettiğini çünkü kendisine hiç zaman ayırmadığını ve semptomları hakkında sorular sormadığını söylemişti,” diyor Burkin. Bana sanki karşısında bir insan yokmuş gibi davrandı,” diye eklemiş müvekkil… “Bir hasta kötü bir sonuçla karşılaştığında doktor durumu detaylı bir şekilde açıklamalı ve hastanın sorularını yanıtlamalı; yani karşısındakine insan muamelesi yapmalı. Haklarında dava açılan doktorlarsa bunu yapmayan doktorlar.” O zaman bir doktorun dava edilme riskini ölçmek için ne kadar iyi ameliyat yaptığını bilmek gerekli değil. Bilinmesi gereken şey doktorun hastasıyla kurduğu ilişki.

Unutulmaması gereken; ne söylediğinizden çok, nasıl söylediğiniz önemli.

Teknoloji Çağında Nasıl Bir Demokrasi

0

Twitter geçtiğimiz aylarda bir çalışanının işindeki son gününde Donald Trump’ın hesabını 11 dakikalığına kapattığını açıkladı. Bunun üzerine Amerika’nın önemli haber siteleri olayın güvenlik açığına odaklanarak, ABD başkanı Trump’ın hesabının bir çalışan tarafından kapatılabilmesini korkulacak bir durum olarak nitelendirdi ve şu soruyu gündeme getirdi: “Twitter çalışanı Trump’ın hesabında dünya siyasetini karıştıracak bir şey yazsaydı veya Kuzey Kore’ye doğru nükleer füzelerin yola çıktığını söyleseydi ne olacaktı?”

Konunun kamuoyunda detaylı olarak tartışılmasından sonra bazı Twitter çalışanlarının kullanıcı hesaplarını askıya alma yetkisi olduğu ortaya çıktı. Örneğin Twitter Ekim ayında geçici olarak Rose McGowan’ın hesabını Hollywood yapımcısı Harvey Weinstein’a karşı cinsel taciz iddiaları ile ilgili paylaşımları nedeniyle askıya almış, sert tepki gelince geri adım atmıştı.

Facebook, 2016 ABD Başkanlık seçimleri öncesi ve sonrasında 800.000 paylaşımın Rusya bağlantılı gerçekleştiğini açıkladı. Aynı açıklamada bu paylaşımların 126 milyon ABD vatandaşına ulaştığı bilgisi verildi. Facebook, Google ve Twitter yetkilileri 31 Ekim’de, Senato’da konuyu soruşturan komisyonun karşısında ifade verdi. Komisyon önünde konuşan Facebook temsilcisi Colin Stretch,Tanık olduğumuz yabancı müdahaleyi kınıyoruz. Bu yabancı aktörler bizim platformumuz ve diğer internet servis sağlayıcılarını kullanarak bölünme ve ayrılık tohumları ekip, seçimleri doğrudan etkilemeye çalışıyor. Bu bizim değerlerimize aykırı, Facebook’un savunduğu her şeyle çelişiyor” dedi.

Facebook Almanya ve Fransa’daki seçimlerin öncesinde binlerce sahte hesabı silmişti. Dünya genelinde 2 milyara yakın kullanıcısı Facebook, sahte profiller ile ilgili yaptığı açıklamada platformda yer alan hesapların yüzde 13’ünün sahte hesap olduğu bilgisini verdi. Bu açıklama platformda 250 milyondan fazla sahte veya kopya hesap olduğu anlamına geliyor.

Sosyal medya ve politika ile ilgili bir diğer örnek ise Birleşik Krallık’tan. Brexit oylaması sonrasında sosyal medya tutkunu genç Britanyalıların sandığa gitmeye üşendikleri için Brexit’in önlenemediği çok konuşuldu. 24 yaşın altındaki Avrupa Birliğinde kalmak isteyen ve evet  oyu verecek gençlerin büyük çoğunluğu referanduma katılmadı.

North Carolina Üniversitesinde özellikle sosyal ağlar ve aktivistler ile ilgili çalışmalar yapan sosyolog Zeynep Tüfekçi, Arap Baharını yaratan bu platformların şimdi muhalifleri yıpratmak amacıyla kullanıldığını belirtiyor. Oxford Universitesi’ndeki araştırmacıların Haziran ayında yayınladıkları bir rapor ise Facebook ve Twitter gibi insanların kendilerini serbest ifade edebilmesi amacıyla ortya çıkan platformların birçok ülkede sosyal kontrol aracı haline geldiğini gösteriyor.1

Cep Telefonu Bağımlığı

Günümüzde bir kişinin ortalama olarak cep telefonuna günde 2.617 kez dokunduğunu biliyoruz. Twitter, Facebook ve Instagram’dan gelen uyarılar sürekli olarak dikkatimizin dağılmasına neden oluyor. Yakın bir zamanda gerçekleştirilen bir çalışma akıllı telefonların IQ’yu düşürdüğünü ve dikkat, hafıza, öğrenme gibi bilişsel fonksiyonları azalttığını gösterdi.2 Akıllı telefonlar ve mobil uygulamalar dopamin yolakları üzerinden seks, kumar ve uyuşturucu ile aynı sinirsel yolları harekete geçiriyor. İnternet bağımlılığı olan kişilerin beyin taramalarında kokain bağımlılığı olanlarla aynı merkezlerin aktive olduğunu görüyoruz. İnternet kullanıcılarınıyaklaşık %5-10’u bağımlı kabul ediliyor, yani internet kullanımı sırasında kontrollarını kaybediyorlar ve bu durum gençlerde daha sık görülüyor. 3

Cep telefonunun sadece ortamda varlığı bile iki kişi arasındaki iletişimin kalitesini azaltıyor. Kişiler iletişim sırasında cep telefonu nedeniyle odaklanma sorunu yaşayınca bu durum çevrelerindekileri de etkiliyor. Dikkat kirliliği sadece kendilerini değil çevredeki herkesi etkileyebiliyor.

The Guardian’da geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir makale, eski Silikon Vadisi çalışanlarının sosyal medya platformları ile ilgili görüşlerine yer veriyor ve teknoloji şirketlerinin kararlarımızı etkileyebilmek için nasıl yöntemlere başvurabileceğine çarpıcı örneklerle dikkat çekiyor.4

Silikon Vadisi’nde çalışan birçok genç yönetici, torbacıların evrensel kuralı olan “kendi malından içersen kaybedersin” sözüne adeta biat eder gibi, kendi yarattıkları Facebook, Twitter, Instagram ve benzeri ürünlerden hem kendilerini hem de çocuklarını uzak tutmaya çalışıyor. Bu çalışanların çocuklarını gönderdikleri seçkin okullar arasında iPhone, iPad ve hatta dizüstü bilgisayarlara yasak getirenler var.

Eski bir Google çalışanı Tristan Harris, zihinlerimizin bu sistem tarafından ele geçirilebileceğini vurguluyor: “Seçimlerimiz tahmin ettiğimiz kadar özgür değil ve teknoloji şirketleri tarafından manipüle edilebilir.” Görüşlerini çeşitli konferanslarda ve TED Talk’da dile getiren Harris’e göre çözülmesi gereken en acil sorunumuz teknoloji ve sosyal medya aracılığı ile yapılan manipülasyonlar. Çünkü bu durum birbirimiz ile kurduğumuz iletişim şeklini değiştirdiği gibi demokrasiye de zarar veriyor.

https://www.ted.com/talks/tristan_harris_the_manipulative_tricks_tech_companies_use_to_capture_your_attention?language=tr

Dikkat Ekonomisi ve Demokrasi

Google’da bir dönem strateji uzmanı olarak görev yapmış olan James Williams ise içinde bulunduğumuz durumun distopi olarak adlandırılabileceğini belirtiyor. Williams’a göre bu sektör, insanlık tarihinin en büyük, en standardize ve en merkezileştirilmiş dikkat kontrolü sistemi, akıllı telefonlar ve uygulamaların alt yapısı tamamen dikkatimizi çekmek üzerine kurulu. “Dikkat ekonomisi dikkatimizi çeken teknoloji tasarımını teşvik ediyor. Bunu yaparak dürtülerimizi amaçlarımızın önüne geçirmiş oluyor” diyerek düşüncelerini dile getiren Williams, dikkat ekonomisinin insanların dikkatlerini ve öfkelerini sömürerek veya yeni öfkeler yaratarak, onları yakalayıp ele geçiren Trump gibi politikacıların işine yaradığını vurguluyor. Dikkat ile beslenen ekonomik model, sadece politikaya olan bakış açımızı değiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda bizi daha az akılcı, daha çok dürtüsel yaparak düşünme biçimimizi değiştiriyor.  Williams Twitter’da takipçi sayısı diğerlerine kıyasla çok daha hızlı artan nefret hesapları gibi, “teknoloji araçlarının dinamiklerini içselleştirerek kendimizi aralıksız bir zihinsel öfke tarzına alıştırdığımızı” düşünüyor. Son yıllarda birçok kişinin gönderme yaptığı George Orwell’in 1984 romanında anlattığı gözetleme devletine odaklanmak Williams’a göre doğru değil. Demokrasiye gerçek tehdidin sinsi bir şekilde yapılan psikolojik yönlendirme ve hile mekanizmalarıyla  “insanın dikkat dağılımına olan eğilimden” geleceğini belirten İngiliz bilim kurgu yazarı Aldous Huxley’in analizi, Williams açısından bugünü daha iyi yansıtıyor. Eğer dikkat ekonomisi, hatırlama, mantıklı karar verme, kendi yolumuzu belirleme becerilerini bu kadar kısa sürede etkileyebiliyorsa demokrasi için umut kalabilir mi? “Dikkat ekonomisinin yapısal dinamikleri, insan iradesini zayıflatmak için kuruldu” diyen Williams “eğer demokrasi, bireysel ve müşterek seviyelerde insan iradesinin bir ifadesi ise, o zaman dikkat ekonomisi, demokrasinin üzerine kurulu olduğu varsayımları sarsıyor” iddiasında bulunuyor. Apple, Facebook, Google, Twitter, Instagram ve Snapchat zihnimizi kontrol etme yeteneğimizi aşamalı olarak zayıflatıyorsa, demokrasinin artık işlev görmediği bir noktaya gelebilir miyiz sorusuna ise, “eğer o noktaya gelirsek, bunun farkına varabilir miyiz?” diyerek cevap veriyor. “Ve eğer farkına varamazsak, şu anda o noktada olmadığımızı nereden bilebiliriz?”

Günümüzün teknolojisi ile dikkatimiz daha önce hiç olmadığı kadar çok farklı yöne çekiliyor  ve aynı zamanda manüpüle ediliyor. Bu nedenle ilgimizi ve çok değerli zamanımızı nereye ne kadar yönlendireceğimize karar vermek hiçbir zaman olmadığı kadar zor ve önemli bir duruma geldi.

Teknoloji zihinlerimizi ele geçirirken ve aynı zamanda kararlarımızı etkileyecek yönlendirmeler yaparken bilmemiz gereken önemli bir şey var. Eğer bir durumun sizde yaratabileceği zarar ve kafa karışıklığının farkındaysanız kendinizi yanlış yönlendirmelerin etkisinden ve bağımlılıktan kurtalabilirsiniz. Bireysel seçimlerimizde özgürüz ve  odaklanacağımız alanları seçme ve değerlendirme becerimiz daima bizimle olacak.

Referanslar

  1. https://phys.org/news/2017-10-social-media-democracy-optimism.html
  2. WARD, Adrian F. et al., “Brain Drain: The Mere Presence of One’s Own Smartphone Reduces Available Cognitive Capacity, Journal of the Association for Consumer Research, Cilt 2, Sayı 2, Nisan 2017, s. 140-154.
  3. http://www.independent.co.uk/news/science/addicted-scientists-show-how-internet-dependency-alters-the-human-brain-6288344.html
  4. https://www.theguardian.com/technology/2017/oct/05/smartphone-addiction-silicon-valley-dystopia

 

Basında

Bu yazı Herkese Bilim Teknoloji’de 8 Aralık 2017 sayısında da yayınlanmıştır.

Hasta Hekim İlişkilerinde Nörobilim

0

EMPATİNİN TIPTAKİ ÖNEMİ

Geçtiğimiz yıllarda nörobilim, psikoloji, tıp ve ekonomi gibi çok farklı akademik alanlarda empati ile ilgili çalışmalarda bir patlama yaşanmıştır. Ancak ciltlerce araştırma neredeyse sadece evrimsel kökenleri, gelişimi ve nörobiyolojik temelleri ve ayrıca empati deneyiminin sosyal bağlam teorisine göre ve kişiler arası ilişkiler ile nasıl değişikliğe uğradığı üzerinde durmuştur. Empatinin çok daha az ilgilenilmiş bir yönü ise başkaları üzerinde neden pozitif etkiye sahip olduğudur.

Duygu teorisinin temel varsayımı, duygunun, adaptif davranışa yön vermek üzere evrilmiş olan otomatik bir uyum sistemi olduğudur. Aynı zamanda duygu benzer yanıtları tetikleyen kişiler arası iletişim sistemidir.

Gelişim bilimi, psikoloji ve affektif nöroloji bilimindeki ampirik ve teorik çalışmalar empatinin, sağkalım, üreme ve esenliği sürdürme için gereken sosyal bağları oluşturmak ve sürdürmek üzere memeli beyni ile birlikte evrilen doğal bir yetenek olduğunu düşündürür. Bu farklı bileşenler şunları içerir: (1) Affektif paylaşma, başkalarının duygularının değeri ve yoğunluğu ile affektif bakımdan uyarılma kapasitesini yansıtır. (2) Empatik anlayış, başka bir kişinin duygusal durumu hakkında bilinçli farkındalığı gösterir. (3) Empatik endişe, başka birinin iyiliğini önemseme motivasyonu anlamına gelir. (4) Bilişsel empati, perspektif alma kuramı ve zihin kuramına benzer ve kişinin kendisini başka birinin zihni içine koyabilmesi ve kişinin ne düşünüp hissettiğini hayal edebilmesi becerisidir.

Bu kavramsallaştırmalar, hekimlerin empatik yaklaşımının hastaları üzerindeki yararlarını ve terapötik etkileşimin ötesinde iyileştirmede nasıl rol oynadığına ait birleştirici-bütünleyici bir açıklamasını ortaya koyar.

Hasta-hekim ilişkilerini incelediğimizde duyguların, özellikle hekimlerin hastalarıyla kurduğu empatik iletişimin önemi ortaya çıkmaktadır.

Son yıllarda gerçekleştirilen çok sayıda nörobilim çalışmasında empatinin hasta -hekim ilişkisindeki önemi ve hasta bakımına yaklaşımların temeli olması gerektiği ya da en azından hekim-hasta ilişkisinde, tümdengelimci mantık, fizik muayeneler ve tedavinin yanında önemli bir rol oynaması gerektiği yaygın olarak kabul görmektedir. Tıp eğitiminde empatinin önemi daha çok vurgulanmakta ve tıp fakültesi öğrencileri için giderek artan sayıda spesifik eğitsel programlar ve inisiyatifler gerçekleştirilmektedir. Hastalar, kendileriyle daha fazla zaman geçiren ve onları dikkatle dinleyen hekimlerden yararlanırlar. Hekimler, ağrı ve yorgunluk gibi belirsizlik içeren ve teşhis edilmesi zor şikayetler karşısında tanı ya da tedavinin olmadığı veya çok zor olduğunu söylemek yerine bu durumla başa çıkmalarında hastalara aktif bir şekilde yardım etmeye çalıştıklarında bile birçok hasta daha iyi hissetmektedir.

Tıpta empati genellikle bir iletişim becerisi ve ayrıca gözlemci (hekim) ile bir özne (hasta) arasında, gözlemcinin, öznenin emosyonel hallerini tanımlamak ve geçici olarak deneyimlemek için çeşitli ipuçları kullandığı (vücut dili, prosodi) sübjektif bir deneyim olarak kavramsallaştırılır. Hekimin emosyonel duruma uyum sağlama becerisi, hastaların duygularını anlama amacına hizmet eder. Ayrıca empati genellikle hasta tarafından hekimin, kendisinin nasıl hissettiği ve düşündüğünü anlama becerisi ve hekimin, hastanın kendi iyiliği için endişe, şefkat ve önemseme şekli olarak görülür. Bu iki özellik de hasta memnuniyetine önemli oranda katkı sunar. Dolayısıyla, tıbbi açıdan empatinin tüm boyutları (affektif, bilişsel ve motivasyonel) önemlidir ve hastaların sağlığını olumlu yönde etkilemek için kullanılabilir. Klinik empati basit, subjektif bir hümanistik duruş olarak da görülmemelidir. Empatik bir yaklaşım, diğer medikal uygulamaların objektifliğine karşıt değildir ve bilimsel titizlik ile çalışılabilir, hasta ve hekim arasında tanışma ve tedavi sırasındaki belirsizliği azaltır, iyileşmede yararlı ve önemli bir rol oynar.

Empati ve Şefkatli Sağlık Hizmetleri 

Empati kavramını tanımlayan kavramsal çeşitliliğe rağmen bu kavram hasta merkezli uygulamalarda yaygın bir şekilde kullanılmaktadır ve modern tıp eğitiminde gittikçe önem kazanmaktadır (Pedersen, 2010). Geçmiş yıllarda empatinin hasta bakımındaki önemine, nasıl iyileştirilebileceğine ve tıp fakültelerinde nasıl öğretilebileceğine ilişkin adeta bir yayın tsunamisi yaşanmıştır. “Tıp öğrencilerine empati öğretmek” anahtar kelimeleri ile yapılan bir Google araştırması 1.410.000’den fazla sonuç vermektedir

Google Scholar araştırması ile klinik empati ve empati öğretme konuları hakkında 1990 ile 2014 arasında yayımlanmış olan makale sayısı 

Empatinin tıp uygulamalarında değerli olmasının çeşitli nedenleri vardır ve bu durum hasta-hekim ilişkileri açısından bu kavrama duyulan ilgiyi açıklamaktadır. Örneğin, psikiyatri ve klinik psikoloji uygulamalarında empatik bir yaklaşım hekime hasta hakkında değerli bilgi toplama imkanı verir ve tedavide güvene dayalı sağlam bir ilişkinin kurulmasına yardımcı olur Klinik empati ise tıpta kaliteli sağlık hizmetleri sağlanması için önemli bir faktördür. Hastalarının ne hissettiklerini anlamaya çalışan hekimler ister başarılı olsunlar (empatik doğruluk), ister sadece samimi bir şekilde endişelerini dile getiriyor olsunlar (empatik endişe), hastaları açısından bir dizi değerli sonuca ulaşırlar (Mercer ve Reynolds, 2002). Bu tür bir iletişim hem sözlü hem de sözlü olmayan yollarla gerçekleşir. Örneğin, bir doktorun şefkatli bir dokunuşu, tanısal yaklaşımların aksine klinik empati aktarıyor şeklinde algılanır ve iyileşmeyi destekler (Montague ve ark., 2013). Hastanın hekim empatisi algısı, birçok konuda daha iyi sağlık sonuçları ile ilişkilendirilmektedir. Hastalar, kendileriyle sözel dışı yollarla etkileşen hekimlere daha eksiksiz anamnez verir ve daha fazla bilgi paylaşır (Halpern, J. 2012). Empatik iletişim daha yüksek hasta memnuniyeti, tedaviye daha iyi uyum ve daha az görevi kötüye kullanma şikayeti ve ayrıca daha iyi hekim sağlığı, esenliği ve mesleki tatmin ile ilişkilidir (Riess ve ark., 2012; Gleichgerrcht ve Decety, 2013).

Empatinin çok yönlü özellikleri nedeniyle, beyinde bu beceri ile bağlantılı tek bir bölge bulunmamaktadır. Duygusal yaklaşımda daha çok(amigdala, insula ve anterior singulat korteks), santral bölgeler (dorsolateral prefrontal korteks, posterior parietal korteks) ve önemsemede (beyin sapı, hipotalamus, bazal gangliya ve ventromedial prefrontal korteks) rol alan devreler, empati deneyimini destekleyen bağımsız ve sıkıca birbiriyle iletişim içerisinde olan ağ yapıları oluşturur (Decety ve Cowell, 2014). Ayrıca empati ve önemsemede rol alan nöral yolaklar, nöroendokrin mekanizmalarınca hızlandırılır ve düzenlenir. Özellikle oksitosin, stres ve anksiyeteyi azaltarak sosyal etkileşimde genel bir rol oynar (Anacker ve Beery, 2013; Cardoso ve ark., 2013) ve bunun sonucunda bilişsel empatiyi (Rodrigues ve ark., 2009) ve empatik endişeyi (Shamay-Tsoory ve ark., 2013; Smith ve ark., 2014) güçlendirir.

Önemli bir nokta bilişsel empatinin hasta memnuniyetini artırmasıdır. Randomize bir çalışmada ‘perspektif taking’ [perspective taking; bireyin, diğer insanların düşünce, duygu ve bakış açılarını anlama, kavrama (ve buna uygun davranış geliştirme) kabiliyeti ] uygulayan internler, kontrol grubuna oranla hastalardan anlamlı ölçüde daha yüksek hasta memnuniyeti skorları almışlardır (Blatt ve ark., 2010). Çeşitli ampirik çalışmalar, hastaların hekimlerindeki empati algılarının olumlu sağlık sonuçları ile pozitif ilişki içinde olduğunu bildirmiştir. Bir çalışmada yüksek empati skorlarına sahip hekimlerin diyabetik hastalarının, düşük empati skorlarına sahip hekimlerin diyabetik hastalarına kıyasla yeterli hemoglobin A1C kontrolü elde etme olasılıklarının anlamlı düzeyde daha yüksek olduğu bulunmuştur (Hojat ve ark., 2011). Lojistik regresyon analizleri, hekimlerin ve hastaların cinsiyeti, yaşı ve hastaların sağlık sigortası için düzeltme yapıldıktan sonra, hekimlerin empatisinin, optimal klinik sonuçların öngörülmesinde kendine özgü bir katkısı olduğunu ortaya koymuştur.

Empatik endişenin, hastaların medikal tedaviye uyumunda önemli bir yeri olduğu vurgulanmış, hasta tarafından algılanan hekim empatisi ve tedavi tatmini ile uyumu arasında doğrudan bir ilişki olduğu araştırmalar ile kanıtlanmıştır. Örneğin, büyük ölçekli bir çalışmada, gripal enfeksiyonu olan hastalar tarafından algılanan klinisyen empatisi ve önemseyici tavrın hastalık süresi ve şiddetini anlamlı doğrulukla değiştirdiğini ve burun akıntılarındaki enflamatuvar sitokin düzeyleri ile ölçüldüğünde daha sağlam bağışıklık sistemi yanıtları ile ilişkili olduğu bildirilmiştir (Rakel ve ark., 2009). Genel konsültasyonlarda hasta yetkilendirmesi ile ilişkili faktörleri araştırmak üzere 3.044’ün üzerinde hasta ile gerçekleştirilen bir çalışma, hastalarının doktorlarının empatisine dair algılarının, gerek yüksek gerekse düşük yoksunluk koşullarına sahip bireylerde genel tıp konsültasyonlarında kilit önemde olduğunu göstermiştir (Mercer ve ark., 2012).

Tıpta empatinin, sadece hasta sonuçlarında değil, hekim başarısında da önemli sonuçları vardır. Empati gösteren doktorlardan şikayet oranı daha az, hasta memnuniyeti ve uyumu daha fazladır (Huntington ve Kuhn, 2003). Fiziksel hastalığı olan klinik popülasyonlarda hasta-doktor ilişkisi ile bağlantılı etkilerin gözden geçirildiği bir meta-analizde sıcakkanlı, arkadaşça ve güven telkin edici bir tavır benimseyen hekimlerin, konsültasyonları resmi tutan ve güven telkin etmeyen hekimlere kıyasla daha etkili olduğu bildirilmiştir (Di Blasi ve ark., 2001). Dikkati, farkındalığı ve iletişim becerilerini güçlendiren yaklaşımlar empatiyi artırır ve hekimlerin esenliği ile emosyonel stabilitesini iyileştirir (Krasner ve ark., 2009).

Hasta-klinisyen ilişkisinin tıbbi sonuçlar üzerindeki etkisi ile ilgili birçok çalışmanın ‘gözlemsel’ olması nedeniyle nedenselliği değerlendiremeyeceği düşünülmekle beraber, 13 randomize, kontrollü çalışmanın yakın tarihli bir meta analizi, hekim ve hastalar arasındaki ilişki faktörlerinin, sağlık sonuçlarını etkileyen önemli bir potansiyele sahip olduğuna işaret etmektedir (Kelley ve ark., 2014).

Çok fazla empatik olmanın, sağlık hizmetleri sağlayıcıları için masraflı olabileceğinin belirtilmesi önemlidir (Gleichgerrcht ve Decety, 2012). Bununla birlikte araştırmalar, hekimlerin mesleki yaşam kalitesi için bir miktar kişisel zorluğun (veya emosyonel paylaşma/duruma uyum sağlama becerisi) gerekli olduğunu düşündürmektedir (Gleichgerrcht ve Decety, 2014). Hekimler stresli ortamlarda yüksek düzeylerde negatif duygulara maruz kaldığından gerçekten de merhamet yorgunluğu ve ağır emosyonel tükenmişlik geliştirebilirler (Figley, 2012) ki bu durum kaliteli sağlık hizmetleri sunmanın önüne geçebilir ve tıbbi hatalar riskini artırabilir. Dolayısıyla, sağlık mesleği uzmanlarının, hastalar ile aşırı özdeşleşme ile emosyonel bağlılık arasındaki hassas dengeyi bulmaları zor olabilir. Bu nedenle emosyonel regülasyon becerileri, duygularını kontrol altında tutabilmeleri ve kişisel stabiliteyi sürdürebilmeleri hekimler için kritik önem taşımaktadır (Cheng ve ark., 2007; Decety, 2009; Decety ve ark., 2010). Psikoloji ve nöroloji bilimi araştırmaları, optimal emosyonel uyarılma düzeyini sürdürmek üzere kendi affektif yanıtlarını düzenleyebilen kişilerin başkaları için daha fazla empatik endişeye sahip olduklarını göstermektedir (Decety ve Meyer, 2008; Davidov ve ark., 2013; Ho ve ark., 2014; Williams ve ark., 2014).

Genel olarak, empatinin tüm boyutlarının tıbbi uygulamalarda önemli bir rolü olduğu ve hem hasta hem de hekim üzerinde etkisi olduğuna ait somut ve birikmiş kanıtlar mevcuttur. Hekimin empatisi, hastaların hastalığa psikolojik ve fizyolojik uyumunu artırabilir, iyileşmeye katkı sağlayabilir ve empati gösterilen kişinin genel esenliğini etkileyebilir.

 

 

Why empathy has a beneficial impact on others in medicine: unifying theories Front. Behav. Neurosci., 14 January 2015 | https://doi.org/10.3389/fnbeh.2014.00457 derlenmiştir.

Referanslar:

Hirsch, E. M. (2007). Virtual mentor. Am. Med. Assoc. J. Ethics 9, 423–427.

http://journalofethics.ama-assn.org/2007/06/medu1-0706.html

Halpern, J. (2012). “Clinical empathy in medical care,” in Empathy: From Bench to Bedside, ed J. Decety (Cambridge: MIT Press), 229–244.

Google Scholar

Pedersen, R. (2010). Empathy development in medical education – a critical review. Med. Teach. 32, 593–600.

doi: 10.3109/01421590903544702 http://www.tandfonline.com/doi/abs/10.3109/01421590903544702?journalCode=imte20

Mercer, S. W., and Reynolds, W. J. (2002). Empathy and quality of care. Br. J. Gen. Pract. 52, S9–S12.

http://bjgp.org/content/52/supplement/S9.long

Montague, E., Chen, P., Xu, J., Chewning, B. A., and Barrett, B. (2013). Nonverbal interpersonal interactions in clinical encounters and patient perceptions of empathy. J. Particip. Med. 5:e33.

http://www.jopm.org/evidence/research/2013/08/14/nonverbal-interpersonal-interactions-in-clinical-encounters-and-patient-perceptions-of-empathy/

Riess, H., Kelley, J. M., Bailey, R. W., Dunn, E. J., and Phillips, M. (2012). Empathy training for resident physicians: a randomized controlled trial of a neuroscience-informed curriculum. J. Gen. Intern. Med. 27, 1280–1286. doi: 10.1007/s11606-012-2063-z http://link.springer.com/article/10.1007%2Fs11606-012-2063-z

Gleichgerrcht, E., and Decety, J. (2013). Empathy in clinical practice: how individual dispositions, gender and experience moderate empathic concern, burnout and emotional distress in physicians. PLoS One 8:e61526. doi: 10.1371/journal.pone.0061526

http://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0061526

Decety, J., and Cowell, J. M. (2014). Friends or foes: is empathy necessary for moral behavior? Perspect. Psychol. Sci. 9, 525–537. doi: 10.1177/1745691614545130 http://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/1745691614545130?url_ver=Z39.88-2003&rfr_id=ori:rid:crossref.org&rfr_dat=cr_pub%3dpubmed

Anacker, A. M. J., and Beery, A. K. (2013). Life in groups: the roles of oxytocin in mammalian sociality. Front. Behav. Neurosci. 7:185. doi: 10.3389/fnbeh.2013.00185 http://journal.frontiersin.org/article/10.3389/fnbeh.2013.00185/full

Cardoso, C., Ellenbogen, M. A., Serravalle, L., and Linnen, A. M. (2013). Stress-induced negative mood moderates the relation between oxytocin administration and trust: evidence for the tend-and-befriend response to stress? Psychoneuroendocrinology 38, 2800–2804. doi: 10.1016/j.psyneuen.2013.05.006

http://www.psyneuen-journal.com/article/S0306-4530(13)00183-2/abstract

Rodrigues, S. M., Saslow, L. R., Garcia, N., John, O. P., and Keltner, D. (2009). Oxytocin receptor genetic variation relates to empathy and stress reactivity in humans. Proc. Natl. Acad. Sci. U S A 106, 21437–21441. doi: 10.1073/pnas.0909579106 http://www.pnas.org/content/106/50/21437.long

Shamay-Tsoory, S. G., Abu-Akel, A., Palgi, S., Sulieman, R., Fischer-Shofty, M., Levkovitz, Y., et al. (2013). Giving peace a chance: oxytocin increases empathy to pain in the context of the Israeli-Palestinian conflict. Psychoneuroendocrinology 38, 3139–3144. doi: 10.1016/j.psyneuen.2013.09.015

http://www.psyneuen-journal.com/article/S0306-4530(13)00334-X/abstract

Smith, K. E., Porges, E. C., Norman, G. J., Connelly, J. J., and Decety, J. (2014). Oxytocin receptor (OXTR) gene variation predicts empathic concern and autonomic arousal while perceiving harm to others. Soc. Neurosci. 9, 1–9. doi: 10.1080/17470919.2013.863223

http://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/17470919.2013.863223

Blatt, B., LeLacheur, S. F., Galinsky, A. D., Simmens, S. J., and Greenberg, L. (2010). Does perspective-taking increase patient satisfaction in medical encounters? Acad. Med. 85, 1445–1452. doi: 10.1097/ACM.0b013e3181eae5ec

http://journals.lww.com/academicmedicine/pages/articleviewer.aspx?year=2010&issue=09000&article=00015&type=abstract

Hojat, M., Louis, D. Z., Markham, F. W., Wender, R., Rabinowitz, C., and Gonnella, J. S. (2011). Physicians’ empathy and clinical outcomes for diabetic patients. Acad. Med. 86, 359–364. doi: 10.1097/ACM.0b013e3182086fe1 http://journals.lww.com/academicmedicine/pages/articleviewer.aspx?year=2011&issue=03000&article=00026&type=abstract

Rakel, D. P., Hoeft, T. J., Barrett, B. P., Chewning, B. A., Craig, B. M., and Niu, M. (2009). Practitioner empathy and the duration of the common cold. Fam. Med. 41, 494–501.

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2720820/

Mercer, S. W., Jani, B. D., Maxwell, M., Wong, S. Y. S., and Watt, G. C. M. (2012). Patient enablement requires physician empathy: a cross-sectional study of general practice consultations in areas of high and low socioeconomic deprivation in Scotland. BMC Fam. Pract. 13:6. doi: 10.1186/1471-2296-13-6

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?Db=pubmed&Cmd=ShowDetailView&TermToSearch=22316293

Huntington, B., and Kuhn, N. (2003). Communication gaffes: a root cause of malpractice claims. Proc. (Bayl. Univ. Med. Cent.) 75201, 157–161.

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC1201002/

Di Blasi, Z., Harkness, E., Ernst, E., Georgiou, A., and Kleijnen, J. (2001). Influence of context effects on health outcomes: a systematic review. Lancet 357, 757–762. doi: 10.1016/s0140-6736(00)04169-6 http://www.thelancet.com/journals/lancet/article/PIIS0140-6736(00)04169-6/abstract

Krasner, M. S., Epstein, R. M., Beckman, H., Suchman, A. L., Chapman, B., Mooney, C. J., et al. (2009). Association of an educational program in mindful communication with burnout, empathy and attitudes among primary care physicians. JAMA 302, 1284–1293. doi: 10.1001/jama.2009.1384 http://jamanetwork.com/journals/jama/fullarticle/184621

Kelley, J. M., Kraft-Todd, G., Schapira, L., Kossowsky, J., and Riess, H. (2014). The influence of the patient-clinician relationship on healthcare outcomes: a systematic review and meta-analysis of randomized controlled trials. PLoS One 9:e94207. doi: 10.1371/journal.pone.0094207

http://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0094207

Gleichgerrcht, E., and Decety, J. (2012). “The costs of empathy among health professionals,” in Empathy: From Bench to Bedside, ed J. Decety (Cambridge: MIT Press), 245–261.

Google Scholar

Gleichgerrcht, E., and Decety, J. (2014). The relationship between different facets of empathy, pain perception and compassion fatigue among physicians. Front. Behav. Neurosci. 8:243. doi: 10.3389/fnbeh.2014.00243 http://journal.frontiersin.org/article/10.3389/fnbeh.2014.00243/full

Figley, C. R. (2012). “The empathic response in clinical practive: antecedents and consequences,” in Empathy—From Bench to Bedside, ed J. Decety (Cambridge: MIT Press), 263–273.

Google Scholar

Cheng, Y., Lin, C., Liu, H. L., Hsu, Y., Lim, K., Hung, D., et al. (2007). Expertise modulates the perception of pain in others. Curr. Biol. 17, 1708–1713. doi: 10.1016/j.cub.2007.09.020

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?Db=pubmed&Cmd=ShowDetailView&TermToSearch=17900903

Decety, J. (2009). Empathy, sympathy and the perception of pain. Pain 145, 365–366. doi: 10.1016/j.pain.2009.08.006

http://journals.lww.com/pain/Citation/2009/10000/Empathy,_sympathy_and_the_perception_of_pain.19.aspx

Decety, J., Yang, C. Y., and Cheng, Y. (2010). Physicians down regulate their pain empathy response: an event-related brain potential study. Neuroimage 50, 1676–1682. doi: 10.1016/j.neuroimage.2010.01.025

http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S1053811910000455

Decety, J., and Meyer, M. (2008). From emotion resonance to empathic understanding: a social developmental neuroscience account. Dev. Psychopathol. 20, 1053–1080. doi: 10.1017/S0954579408000503

https://www.cambridge.org/core/journals/development-and-psychopathology/article/from-emotion-resonance-to-empathic-understanding-a-social-developmental-neuroscience-account/EA796C031D9FEA355CA9AD4884C54BB0

Davidov, M., Zahn-Waxler, C., Roth-Hanania, R., and Knafo, A. (2013). Concern for others in the first year of life: theory, evidence and avenues for research. Child Dev. Perspect. 7, 126–131. doi: 10.1111/cdep.12028

http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/cdep.12028/abstract;jsessionid=509B049EC38E185AE8621B4488081CA8.f03t04

Ho, S. S., Konrath, S., Brown, S., and Swain, J. E. (2014). Empathy and stress related neural responses in maternal decision making. Front. Neurosci. 8:152. doi: 10.3389/fnins.2014.00152

http://journal.frontiersin.org/article/10.3389/fnins.2014.00152/full

Williams, A., O’Driscoll, K., and Moore, C. (2014). The influence of empathic concern on prosocial behavior in children. Front. Psychol. 5:425. doi: 10.3389/fpsyg.2014.00425

http://journal.frontiersin.org/article/10.3389/fpsyg.2014.00425/full

 

Mutluluk Üzerine

0

Mutluluk Nedir?

Mutlulukla ilgili bugüne kadar binlerce tanımlama yapılmıştır. İbn-i Sina’ya göre mutluluk dünyevi olandan bağımsızdır. Farabi’ye göre insan mutlu olmak için yaratılmıştır. Aristo, mutluluğun hissedilebilir bir durumdan çok bir yaşam tarzı olduğuna inanır. Antik Yunan filozofu Epikür mutluluk için denge ve uyumun önemli olduğunu, azla yetinmeyenin, hiçbir şeyden memnun kalamayacağını savunur. Harvard üniversitesinde 80 yıla yakın bir zamandır devam eden çalışmanın sonuçları da Epikür’ün bu görüşünü desteklemektedir. Çalışmadan çıkan en önemli sonuç; bizi mutlu eden para, şöhret, başarılı bir kariyer, fiziksel sağlık değil, çevremizle kurduğumuz kaliteli ilişkiler.

https://news.harvard.edu/gazette/story/2017/04/over-nearly-80-years-harvard-study-has-been-showing-how-to-live-a-healthy-and-happy-life/

Bence mutluluk, derin bir huzur ve memnuniyet duygusudur. Eğer içimize bakmayı bilirsek ona zaten sahip olduğumuzu görürüz.

Yunan mitolojisinde mutluluğa dair bir hikayeye göre;
Tanrılar, insanlar mutluluğu arasın ve böylece kıymetli olsun diye saklamaya karar verirler.
Biri der ki,”Göklerin en uzağına saklayalım.”
Diğeri, ”Denizin en dibine…”
Öbürü, ”Ormanın en kuytusuna saklayalım,” der
Sonunda biri der ki, ”İçlerine saklayalım. Oraya bakmak akıllarına gelmez. 

  • Dünyanın en mutlu insanı olarak etiketlenen Matthieu Ricard topluma yarar sağlayabileceğini düşündüğü mutlulukla ilgili görüşlerini paylaşırken son derece inandırıcı ve tutkulu. Matthieu merhametin lüks olmadığını tam tersi modern dünyanın sorunlarını yanıtlamakta temel ihtiyacımız olduğunu konuşmalarında vurguluyor. Matthieu Ricard, Fransa’da Pasteur Enstitüsünde Moleküler Biyoloji okumuş. 41 yıl önce kendisinde eksik hissettiği huzuru bulmaya Hindistan’a gitmiş. Hindistan’da Budizm okumuş ve Nepal’de bir manastırda yaşamaya başlamış. Matthieu’nun mutluluk düzeyi Wisconsin Üniversitesinde bilimsel olarak da kanıtlanıyor. Çalışma meditasyon uygulayan yüzlerce kişi üzerinde yapılıyor ve bir mutluluk ölçeğinde derecelendiriliyor. Matthieu’nun beyninin sol pre-frontal bölgesinde bugüne kadar kaydedilen en yüksek seviyede faaliyet görülüyor. Bu bölgede değerler +0.3 ile -0.3 arasında ifade edilirken  Matthieu’nun  -0.45’in üzerinde. Daha önce hiçbir nörolojik testte bu orana rastlanmamış. Ayrıca Matthieu’nun beyninde meditasyon sırasında bilinç, dikkat ve hafızadan sorumlu bölgeler de son derece aktif bulunuyor. Matthieu Richard aslında doğru yere bakan herkes mutluluğu bulabilir diyor. Ona göre kalıcı mutluluk bilgelik, paylaşımcılık, merhametin geliştirilmesi ve nefret, doyumsuzluk, cehalet gibi zihinsel zehirlerin tamamen yok edilmesiyle ortaya çıkabilir.

Matthie’nun mutluluk ve huzur için önerileri;

”Dış dünyayı kontrol gücünüzün sınırlı, geçici ve hatta aldatıcı olduğunu kabul edin. İçinize bakmaya, orayı kontrol etmeye çalışın. Mutluluğu yakalamak istiyorsanız, çaba harcamanız, gelişmeniz gerektiğini bilin.

Öfkenizin farkına varırsanız, öfke kendini besleyemez ve varlığını uzun süre sürdüremez, zamanla yok olur. Öfkenizin farkına varmayı alıştırma yaparak öğrenebilir ve öfkeye giderek daha az yakalanırsınız.

Keyif ile mutluluğu karıştırmayın, keyif insanı yorar, tüketir. Mutluluk öğrenilmesi gereken bir yetenektir. Her insanda bu potansiyel vardır.

Düşüncelerin zihnimize gelmesini durdurmak imkânsızdır ancak etrafınızdaki belirli bir sese ya da nefes alış-verişinize odaklanarak onları biraz olsun susturabilir, zihninizi rahatlatıp temizleyebilirsiniz. Zihninizin kölesi olmak zorunda değilsiniz. Sağlıklı bir beyin, tıpkı bir ayna gibi olmalıdır. Nasıl bir ayna, farklı yüzleri gösteriyor ancak hiçbiri onun üzerinde yapışıp kalmıyorsa, düşüncelerimiz de zihnimizden aynı şekilde akıp geçmeli. Onların akışını izlemeliyiz; tutunup kalmamalıyız.

Dikkatinizi özellikle nefesiniz üzerinde yoğunlaştırın. Bir süre sonra düşünceler gelecektir fakat bunu fark ettiğiniz anda tekrar nefesinize odaklanın.  Geçmiş ya da gelecek değil, içinde bulunduğunuz âna odaklanmaya çalışın. Anksiyete    yaşıyorsanız, bunu durdurmaya çalışmak ve size kaygı veren düşünceleri unutmak mümkün değildir. Ancak iyi bir gözlemci olduğunuzda kendi kaygınızı da tıpkı dışarıdaki seslerin akışını izlediğiniz gibi izlersiniz.”

Mutluluk bir seçimdir. İstemediğimiz olayları durdurmamız mümkün değil ama bakış açımızı değiştirmek mümkün. Kendimizi gözlemlemek, olumsuz düşüncelerin esiri olmamak, sevgi dolu, kaliteli ilişkiler kurmak mümkün.

Mutlulukla ilgili söylenmiş en güzel sözlerden biri hiç kuşkusuz Mark Twain’e ait.

“Hayat öyle kısa ki; tartışmalara, özür dilemelere, kıskançlıklara, hesap sormalara zaman yok.                                               Sadece sevmek için zaman var ve bunun için, sadece ‘bir an’ var.”

Mutlulukla Kalın

Duygusal Zeka

0

“Herkes öfkelenirBu çok kolay. Ama doğru şeye, doğru oranda, doğru zamanda, doğru amaçla ve doğru şekilde öfkelenmek zordur.”
Aristoteles

Duygusal Zeka (Emotional Intelligence-EQ veya Emotional Quotient- EI) ilk olarak Peter Salavoy ve John Mayer adlı araştırmacılar tarafından tanımlanmış ve 1995’te Daniel Goleman’ın aynı adı taşıyan kitabı ile popüler olmuştur.  Duygusal zeka kendimizin ve diğer insanların duygularını farkedebilme, anlayabilme ve yönetebilme yeteneği olarak tanımlanmaktadır.

Duygular insanlığın evrim sürecinde bize yol gösterici olmuştur. Ancak uygarlığın gelişmesi ile yaşanan değişimler çok hızlı gerçekleşmiş ve evrimin yavaş ilerleyişi bu hızı yakalamakta zorlanmıştır. Aşırı duygusallık ve duygusal tepkiler ile ortaya çıkan davranış kalıpları sosyal yaşamda sorun oluşturmaya başlayınca bazı kurallar ve sosyal kısıtlamalar devreye girmiştir. Ancak tüm sosyal kısıtlamalara karşı duygularımız ve en derindeki içgüdülerimizin mantığımızı her zaman baskıladığını biliyoruz. Nörobilim alanındaki son çalışmalar, “mantıklı” kararlar aldığımıza inandığımız durumlarda bile, aslında bilinçaltının etkisinde olduğumuzu ve duygularımızla karar verdiğimizi gösteriyor. Beynimizin mantıksal işlevlerden sorumlu bölümü olan korteks, kararlar duygusal beyin tarafından verildikten çok sonra devreye giriyor.

Antonio Damasio, ‘Descartes’ın Yanılgısı (özgün adıyla Descartes’ Error) adlı kitabında “Biz hisseden düşünme makinaları değil, düşünen hissetme makinalarıyız’’ diyor.

Duyguların rasyonel zihinden nasıl bu kadar daha güçlü olduğunu ve duygu ile aklın neden sık sık çatıştığını daha iyi anlayabilmek için beyin gelişimine bakmamız gerekiyor. Milyonlarca yıllık evrim süresince beyin aşağıdan yukarıya doğru gelişmiştir. Beynin en ilkel kısmı omuriliğin üstünü çevreleyen beyin sapıdır. Bu beyin bölgesi nefes almak, metabolik işleyişini düzenlemek, otomatik tepki ve hareketleri kontrol etmek gibi temel hayati işlevleri düzenler. Eski beynin geçmişi 450 milyon yıl öncesine  dayanır, hayatta kalmamız ve soyumuzu devam ettirmemiz ile ilgili içgüdüsel kararlarda önemli bir yer tutar. Bu bölgeden daha sonra duygusal beyin (limbik sistem) gelişmiştir. İlk memelilerin ortaya çıkışıyla birlikte duygusal beynin temel katmanları oluşmuş ve evrimsel süreç içerisinde memelilerin beyni büyük bir hızla gelişerek duygu alanlarından düşünen beyin, yani  “korteks” evrilmiştir. Daha sonra ince iki tabakadan oluşan ve planlama, hissedileni anlama, hareketleri koordine etme gibi işlevleri olan korteksin üzerine yeni beyin hücreleri eklenerek neokorteks ortaya çıkmıştır. Eski beynin iki katmanlı korteksiyle karşılaştırıldığında diğer memeli türlerinden çok daha büyük olan Homo sapiens neokorteksi insanoğluna entelektüel bir üstünlük sağlamıştır. Neokorteks duyular aracılığıyla algılananları bir araya getirip anlaşılır kılar, hissettiklerimize düşünceyi katar,  rasyonel verileri işler ve entelektüel süreçlerden sorumludur. Sanat, bilim, teknoloji neokorteksin eseridir ve neokorteks insana özgü tüm özellikleri barındırır.

Düşünen beynin duygu merkezlerinden gelişmiş olması, iki beyin bölgesi arasındaki ilişkiyi net bir şekilde ortaya koymaktadır; insan evriminde duygusal beyin akılcı beyinden çok daha önce ortaya çıkmıştır.

Duygular beynimizde elektrokimyasal tepkiler oluşturur, güçlü duygularla deneyimlediğimiz olayları çok net bir şekilde hatırlarız. Öfkelendiğimizde, aşık olduğumuzda ya da üzüldüğümüzde duygusal beyin deverededir. Çevreden gelen uyarılara bağlı olarak otomatik tepkilerle bize yol gösterir.  Örneğin bir yiyecek hastalanmamıza yol açıyorsa ileride ondan kaçınmamıza neden olur. İnsan evrimi boyunca neokorteks kütlesinin artmasıyla beraber beyin devreleri arasındaki bağlantıların sayısının da fazlalaştığını görüyoruz. Bu artış geniş bir yelpazede çok farklı tepkiler vermemize olanak sağlamıştır.  Korteks  limbik sistemden geliştiği veya onun uzantısı olduğu için, sinir sisteminin işleyişinde  duygusal beynin önemli büyüktür ve duygusal merkezler neokorteksin her alanıyla bağlantılıdır. Bu durum duygusal merkezlerin, düşünce merkezleri de dahil olmak üzere beyin diğer kısımlarının işleyişini etkilemesine neden olur. Özellikle duygusal olarak acil karar vermemiz gereken durumlarda limbik sistem devreye girer. Evrimsel olarak tehlikeler karşısında hızla cevap vermemizi sağlayan hızlı tepkilerimiz hayatta kalmamız için çok önemlidir. Çünkü tehlikeye tepki gösterme süresini birkaç kritik milisaniyeye indirmiştir. Ancak bu mekanizma günümüzde de beynimizde önemli bir yer tutmakta ve duygulara çok hızlı tepki vermemize neden olmaktadır.  Doğada yaşayan bir hayvan düşman belirtisi olabilecek en küçük bir işareti aldığında kaçar ve yenilebilir olarak kabul ettiği her şeyin üzerine atlayabilir. Ancak bu çağda ani duygusal tepkiler ilişkilerimizin olumsuz şekilde sonuçlanmasına yol açabilir. Çünkü yanlış bir şeyin veya insanın üzerine atlayabilir veya ondan kaçabiliriz. LeDoux’un “biliş öncesi duygu” adını verdiği bu tip duygusal hataların temelinde, duygunun düşünceden önce gelmesi yatar.

Duygusal anılar için özel bir sistem olması evrim açısından son derece anlamlıdır, Tehdit edici ya da hoşumuza giden olaylar hakkında canlı anılara sahip olmamıza yol açar.  Ancak duygusal anılar bazı durumlarda şimdiki zamanı yanlış yönlendirebilir. Duygusal bellek, deneyimleri analiz eder ve şimdi olanı geçmiştekilerle karşılaştırır. Karşılaştırma yönetimi ise bağlantı kurmaktır: Şimdiki durumun belirli bir kısmı geçmiştekine benziyorsa, buna “aynısı” diyebilir; işte bu yüzden bu devre oldukça dikkatsizdir: Bir şey tam olarak kesinleşmeden harekete geçebilir. Yeni ortaya çıkan durumla, geçmişte gerçekleşmiş ve bizi çok etkileyen bir bir olay arasında bağlantı kurarak bu olaydan öğrenilmiş düşünceler ve duygularla tepki  vermemize neden olur. Bazı durumlarda kriz tepkisini başlatacak güçteki duygu yüklü anılar geçersiz tepkileri de beraberinde getirebilir. Evrimimizin ilk yıllarında geliştirdiğimiz mekanizmalar uzak geçmişimizde belki çok anlamlıydılar. Ancak teknolojik gelişmelerin hızı ile insan evrimi arasındaki uyumsuzluk göz önüne alındığında bir zamanlar bize yardım eden içgüdüler ve yetenekler bugün bizim için zararlı olabilir.

Diğer taraftan türümüz var oluşunu büyük ölçüde duyguların insan ilişkilerindeki gücüne borçludur. Sosyologlar evrimin insan davranışlarında duyguya neden temel bir rol verdiğini tartışırken kritik anlarda duygunun akla üstünlüğüne dikkat çekmektedir. Duygularımız tehlike, acı bir kayıp, zorluklara karşı bir hedefe doğru ilerleme, eşine bağlanma ve bir aile kurma gibi yalnızca akıl ile yön verilemeyecek durum ve görevlerde yol gösterici olabilir. Her duygu bizi bir şekilde hareket etmeye hazırlar,  hayatımızda ortaya çıkan güçlüklerle başedebilmemizi sağlar. Bizi eyleme geçiren biyolojik eğilimler ise deneyimlerimiz ve kültür tarafından şekillendirilir.

En yoğun duygularımız ise irade dışı tepkilerimizdir. Ne zaman ortaya çıkacağını tahmin edemeyiz. Sahip olduğumuz duyguları seçemeyiz. Ancak anlık tepkilerin, duyguların bizi tamamen ele geçirmesini engelleyebiliriz. Belki de bizi atalarımızdan ayıran en önemli özelliğimiz kendimizi daha doğru anlık hükümler vermek üzere eğitebilecek güçte olmamızdır.

Son yıllarda gerçekleştirilen birçok bilimsel araştırma kendi duygularını tanıyan ve kontrol edebilen, başkalarının duygularını anlayarak onlarla etkili bir şekilde başa çıkabilen kişilerin yaşamlarını daha verimli ve tatmin edici bir şekilde sürdürdüğünü gösteriyor. Duygularını tanıyan ve kontrol edebilen insanlar mutlu olmaya daha eğilimliler ve duygusal açıdan daha dengeliler. Duygusal hayatını kontrol altına alamayan kişiler ise bir şekilde kendi yeteneklerini sosyal alanda ve iş hayatında ortaya koyamıyor ve başarılarını engelleyecek davranışlar gösterebiliyorlar.

Uzun yıllardır inandığımız akıl ile duygular arasındaki çelişki kavramı artık değişti. Duyguların önemini biliyoruz ve duyguların yerine aklı koymaya değil, ikisi arasındaki akıllı dengeyi bulmaya çalışıyoruz. Eski paradigma, duyguların çekiminden bağımsız bir akıl idealini içeriyordu. Yeni paradigma ise bizi rasyonel beyin bölgesi ile duygulardan sorumlu beyin bölgesinin uyumunu anlamaya ve duyguları zekice kullanmayı öğrenmeye yönlendiriyor.

 

Basında

Bu yazı Herkese Bilim Teknoloji Dergisi – 30 Haziran 2017 sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Amigdala, Duygusal Hafıza, Kararlarımız

6

Amigdala beynin her iki bölümünde temporal lobların derinlerinde yer alan badem şeklindeki iki küçük yapıdan oluşur (corpus amygdaloideum). Küçük olmasına rağmen hayatımızdaki işlevi çok büyüktür. Öyleki amigdalanın işlevini kaybettiği durumlarda yaşadığımız olayların duygusal anlamı kalmaz.

Amigdala başta korku olmak üzere öfke, mutluluk, şaşkınlık gibi temel duygular, hafıza ve sağ kalım ile ilgili dürtülerin denetiminden sorumludur, duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasını sağlar; duygusal olarak etrafımızdaki birçok şeyi tanımamıza yardımcı olur.

Beyin, duygusal anıların kaydedilmesini sağlamak için basit bir yöntem kullanır: Yaşamı tehdit edici tehlikelerle arşılaştığımızda bizi savaşmaya ya da kaçmaya yönelten nörokimyasal uyarıcı sistem o anı tüm canlılığıyla hafızaya kaydeder. Örneğin stresli bir durumla karşılaştığımızda veya bir korku sinyali aldıysak amigdala aktivitesi artar ve böbrek üstündeki adrenal bezler vücudu acil duruma hazırlayan epinefrin ve norepinefrin salgılar. Bu hormonlar; kalp hızı, kan basıncı, solunum hızı ve glikoz düzeylerini artırırlar. Amigdaladan gelen sinyaller ile yüzde korkulu bir ifade ortaya çıkar, kaslar gereksiz hareketlerini durdurur, sindirim sistemi hareketleri, solunum hızı yavaşlar, nabız ve kan basıncını yükselir. Sonuçta vücutta “savaş veya kaç” cevabı ortaya çıkar. Aynı anda korteksin hafıza sistemleri bir düşünce oluşturmadan önce, bu tip bir acil durumla daha önce karşılaşıp karşılaşmadığını araştırır. Duygusal bir tepki verildiği durumlarda amigdala akılcı zihin de dahil olmak üzere, beynin büyük bir bölümünü kontrol eder ve yönlendirir.

Amigdalanın duygusal dünyamız ve hafızamız üzerine olan etkilerinin yanı sıra bugüne kadar üzerinde durulmamış bir özelliği de Harvard Tıp Fakültesi’nden bir ekibin gerçekleştirdiği çalışmayla ortaya kondu. Dünyanın önde gelen dergilerinden olan The Lancet’te yayınlanan ve 300 hastanın incelendiği bu çalışmada uzun süreli stres sonucunda amigdala bölgesinde ortaya çıkan yüksek aktivitenin kalp krizi riskini arttırdığı gösterildi.1 Araştırmacılar yüksek amigdala aktivitesinin kemik iliğini uyarması sonucu daha fazla sayıda beyaz kan hücresi yapılması ile arterlerde enflamasyon oluşması ve bunun sonucunda kalp krizi, anjina ve inme ortaya çıkma riskinin arttığını ortaya koydu. Bu çalışma stres yaratan emosyenel durumun kardiyovasküler hastalıklarla bağlantısını göstermek açısından önem taşımaktadır.

Duygusal durumumuzun düzenleyicisi olan amigdalanın en önemli fonksiyonu hiç kuşkusuz bizi tehlikelerden korumak ve hayatta kalmamızı sağlamaktır.  Bütün sistem bu programa hizmet edecek şekilde çalışır. Amigdala her durumu, her algıyı sorgular, ancak bunu en ilkel soru biçimiyle, “Bu benim nefret ettiğim bir şey mi? Bana zarar verir mi? Benim korktuğum bir şey mi?” şeklinde yapar. Eğer bu soruların cevabı “evet” ise, amigdala aynı bir sinirsel alarm gibi anında tepki verir ve bir kriz durumu var mesajını beynin geri kalan kısımlarına iletir.

Joseph LeDoux duygusal beyinde amigdalanın temel rolünü keşfeden ilk sinirbilimcidir. LeDoux düşünen beynin, yani neokorteksin henüz karar aşamasındayken, amigdalanın nasıl hızla devreye girdiğiyle ilgili çok sayıda çalışma gerçekleştirmiştir. Herhangi bir şeyi algıladığımız ilk birkaç milisaniye içerisinde bilinçsizce onun ne olduğunu anlamakla kalmayıp ondan hoşlanıp hoşlanmadığımıza da karar verebildiğimizi vurgulayan LeDoux, bu “bilişsel bilinçsizlik” ile sadece gördüğümüzü şeyi fark ettiğimizi değil, onun hakkında bir fikir de edindiğimizi söyler.2 Duygularımızın akılcı zihinden bağımsız, kendilerine özgü bir zihinleri vardır.

LeDoux, göz ya da kulaktan gelen duyu sinyallerinin beyinde önce talamusa (koku hariç tüm duysal uyaranlar için ara istasyon) oradan da tek bir sinapsla (sinir hücreleri arasındaki bağlantı, beyinde her saniye trilyonlarca sinaps gerçekleşir) amigdalaya ulaştığını göstermiştir. Talamustan ikinci bir sinyal ise düşünen beyin neokortekse gider. LeDoux’nun araştırmaları hislerimizin neokorteksi atlayarak doğrudan amigdalaya ulaştığını ve böylece onların rasyonel beyne görece üstünlüğünü ortaya koymuştur Neokorteks yavaş, ancak donanımlı bir şekilde daha ince düzeyde tepkiler üretirken, amigdala bizi hemen harekete geçirebilir. 

Örneğin görsel sinyaller öncelikle retinadan talamusa ulaşır ve mesajın büyük bir kısmı buradan görsel kortekse gelir, anlamı analiz edilir ve uygun tepki belirlenir. Tepki duygusal ise, duygu merkezlerini harekete geçirmek için amigdalaya sinyal gönderilir. Ancak ilk sinyalin daha küçük bir bölümü, daha hızlı bir aktarımla talamustan doğrudan amigdalaya ulaşarak daha hızlı (ancak daha az kesin) bir tepkiye yol açar. Böylece kortikal merkezler henüz ne olup bittiğini daha tam anlayamadan, amigdala duygusal bir tepkiyi başlatabilir. Bu bilinçsiz izlenimler duygusal anılardır; biriktikleri yer ise amigdaladır. LeDoux’nun ve diğer sinirbilimcilerin araştırmaları, uzun süredir limbik sistemin (davranışsal, motivasyon, uzun süreli bellek, ve koku alma duyusu gibi çeşitli fonksiyonlar içeren beyin bölgesi) temel yapısı olarak bilinen hipokampusun duygusal tepkilerden çok, algılanan biçimlerin kaydedilip anlamlandırılmasıyla ilgili olduğunu öne sürmektedir. Hipokampus sadece gerçekleri hatırlarken, amigdala o gerçeklerle bağlantılı olan duygusal ayrıntıları kaydedip saklar. İki şeritli bir yolda öndeki arabayı geçmeye çalışırken kıl payı bir çarpışmadan kurtulursak, hipokampus yolun hangi kısmında bulunduğumuz, kiminle olduğumuz, diğer arabanın neye benzediği gibi olayla ilgili ayrıntıları kaydeder. Ancak sonradan ne zaman aynı şekilde bir arabayı geçmeye çalışsak, tedirginliğe kapılmamıza neden olan amigdaladır. LeDoux’nun belirttiği gibi “Bir yüzün kuzenimizin olup olmadığını ayırt eden hipokampustur, ondan pek hoşlanmadığınızı hatırlatan ise amigdaladır.”3

Amigdalanın uyarılması, duygusal anların hafızada daha derin izler bırakmasını sağlar. Bu nedenle ilk kez biriyle çıktığımızda nereye gittiğimizi, ya da yakınlarımızda olan bir patlama sırasında ne yaptığımızı hatırlarız. Amigdala ne kadar şiddetli uyarılırsa, olay o kadar güçlü bir şekilde hatırlanır; yaşamımızda bizi en fazla heyecanlandıran ya da korkutan olaylar, en unutulmaz anılarımız arasında yer alır. Bu durum da aslında, beyinde iki bellek sistemi bulunduğu anlamına gelir; biri sıradan olaylar, diğeri ise duygusal açıdan yüklü olanlar için. Duygusal anılar için özel bir sistem olması evrim açısından son derece anlamlıdır, hayvanların kendilerini tehdit eden ya da hoşlarına giden olaylar hakkında canlı anılara sahip olmalarını sağlar. Ancak duygusal anılar şimdiki zamanı yanlış yönlendirebilir.4

Amigdalanın gönderdiği acil mesajlar sık sık değilse de zaman zaman geçersiz ya da önemsiz olabilir. Duygusal belleğin saklandığı yer amigdala, deneyimleri tarar ve şimdi olanı geçmiştekiyle karşılaştırır. Karşılaştırma yönetimi ise bağlantı kurmaktır: Şimdiki durumun belirli bir kısmı geçmiştekine benziyorsa, buna “aynısı” diyebilir; işte bu yüzden bu devre oldukça dikkatsizdir: Bir şey tam olarak kesinleşmeden harekete geçebilir. Yeni ortaya çıkan durumla, geçmişte gerçekleşmiş ve bizi çok etkileyen bir olay arasında bağlantı kurarak bu olaydan öğrenilmiş düşünceler ve duygularla tepki  vermemiz için çılgınca talimatlar yağdırır. Amigdalanın acil durum ilan etmesi için olayı geçmişteki tehlikeye benzetmesi yeterlidir. Buradaki sorun, kriz tepkisini başlatacak güçteki duygu yüklü anıların geçersiz tepkileri de beraberinde getirebilmesidir.

Tehlikeler karşısında birkaç milisaniye içerisinde ani cevaplar verilmesini sağlayan hızlı tepkiler kuşlar, balıklar ve sürüngenlerin hayatta kalması için kritik önem taşır. Bu milisaniyeler memeli atalarımızın hayatta kalması için de kritik önem taşıyordu. Evrimimizin ilk yıllarında geliştirdiğimiz mekanizmalar uzak geçmişimizde belki çok anlamlıydılar. Ancak teknolojik gelişmelerin hızı ile insan evrimi arasındaki uyumsuzluk göz önüne alındığında bir zamanlar bize yardım eden içgüdüler ve yetenekler bugün bizim için zararlı olabilir. Çünkü amigdala, önemli bir duyusal modelin ortaya çıktığını hissederse onu destekleyecek bulgulara bakmaksızın ya da hiçbir teyit olmaksızın tepkilerini başlatır. Amigdala, bir öfke ya da korku nöbeti sırasında daha korteks ne olduğunu anlayamadan tepki verebilir; çünkü duygular, düşünceden önce ve bağımsız bir şekilde harekete geçer. Amigdala (ve ilgili limbik yapılar) ile neokorteks arasındaki bağlantılar, akılcı zihin (düşünceler) ve duygular arasındaki savaşların ya da ortak kararların temel merkezidir. Bazı durumlarda duyguların düşünmeyi engelleyen bir gücü de vardır. Bir işi ya da sorunu çözebilmek için gerekli verileri akılda tutma yeteneğine “işleyen bellek” adı verilir. Prefrontal korteks işleyen bellekten sorumlu beyin bölgesidir. Ancak limbik sistemden prefrontal kortekse giden kaygı, öfke ve benzeri kuvvetli duygu sinyalleri prefrontal korteksin işlevini azaltabilir. Bu nedenle duygusal bakımdan altüst olduğumuzda, “doğru dürüst düşünemiyorum” deriz. Bu nedenle geçmişe ait olaylarla şimdiki durum arasında kurduğumuz ani ve duygusal bağlantılar bizi yanlış bir yola sokabilir. Aslında hiç tehlikeli olmayacak bir uyaranı veya kişiyi tehdit olarak görebiliriz.

En yoğun duygularımız irade dışı tepkilerdir. Ne zaman ortaya çıkacağını bilemeyiz. Sahip olduğumuz duyguları seçemeyiz. Ancak anlık tepkilerin, duyguların bizi tamamen ele geçirmesini engelleyebiliriz. Belki de bizi atalarımızdan ayıran en önemli özelliğimiz kendimizi daha doğru anlık hükümler vermek üzere eğitebilecek güçte olmamızdır. Belki kendi yazılımımıza müdahale edebildiğimizde, evrimsel hikayenin ötesine geçebildiğimizde farklı türden duygusal gerçekliklerin içine girebileceğiz.

 

 

Referanslar:

 

  1. Ahmed Tawakol, “Relation between resting amygdalar activity and cardio vascular events: a longitudinal and cohort study”, The Lancet, January 12, 2016, http://www.thelancet.com/pdfs/journals/lancet/PIIS0140-6736(16)31714-7.pdf [en son 16 Ocak 2017 tarihinde erişim yapıldı].
  1. Joseph LeDoux, “The Amigdale in 5 Minutes”, Big Think, 2015, http://bigthink.com/videos/the-amygdala-in-5-minutes [en son 16 Ocak tarihinde erişim yapıldı].
  1. Daniel Goleman, Emotional Intelligence: Why It Can Matter More Than IQ, New York, Bantam Books, 2005.
  1. Ibid.

Sadakatsizlik Genlerimizde mi?

0

Bugüne kadar kadın erkek ilişkileri üzerine öğrendiklerimiz ve gerçekleştirilen çok sayıda çalışma birbirine aşık olan iki insanın, üç yıla varan bir süre boyunca heyecan ve coşkunun zirvede olduğu bir dönem yaşadığını gösteriyor.  Bu dönem boyunca vücut  ve beyindeki değişikleri, sinyalleri yani  aşk iksirini ortaya çıkaran ise hormonlarımız. Bu duygu sonra inişe geçiyor.

couple-hugging-each-other-bench

Uzmanlar evrimsel  olarak bir çocuk  yetiştirmek için gereken süreyi aştıktan  sonra (ortalama üç, dört yıl), seçtiğimiz eşe duyduğumuz  ilginin azalmasına programlandığımızı söylüyor. Neredeyse altmış ülkede boşanma olgusunu araştıran Fisher, boşanma girişimlerinin evliliğin yaklaşık dördüncü yılında zirveye ulaştığını görüyor. Araştırmacıya göre vücutta üretilen  “aşk iksirleri “ erkek ile kadını yavruların sağkalım olasılığını yükseltmeye yetecek kadar bir arada tutmaya yarayan mekanizmanın bir parçası. İki ebeveyn, sağkalım açısından tek bir ebeveynden daha avantajlıdır ve bunu garantilemenin en kolay yolu ise, onların bir arada kalmalarını sağlayacak hormonlar.

Peki bu hormonlar ilk olarak erkeklerde mi azalmaya başlıyor? Ya da bazı erkekler doğuştan aldatmaya eğilimli mi? David Eagalmen Incognito kitabında birçok davranışımız gibi aldatmanın da kişinin özgür iradesinin dışında faktörlerle ortaya çıkabileceğini vurguluyor. Ve şunu sorguluyor ‘Sağduyumuz bize tekeşliliğin ahlaki bir karar olduğunu söyler. Ama gerçekte öyle mi?’

Öncelikle vücuttaki temel işlevi rolü su tutulumunu düzenlemek olan Vazopressin hormonunun etkilerine bakalım. Bu hormon memelilerin büyük çoğunluğunda bulunuyor. Kitapta bununla ilgili ilginç bir örnek var.

‘’Tarla fareleri yeraltı geçitleri kazarak bütün yıl boyunca hareketli kalırlar. Ama diğer birçok fare ve memeliden farklı olarak tek eşli yaşar, ömür boyu süren eş bağları sayesinde birlikte yuva kurar, birbirlerine sokulur, birbirlerini tımar eder ve bir ekip olarak yuvalara bakarlar. Yakın kuzenleri sefahat alemine dalmışken, bu hayvanlar neden böylesi bir adanmışlıkla bağlanır eşlerine? Yanıtı hormonlarda aramak gerek.’’

Erkek tarla faresi belirli bir dişiyle yinelemeli biçimde çiftleştiğinde, beyninde  “vazopresin“ adı verilen bir hormon salgılanır. Vazopresinin beynin  “accumbens çekirdeği“ olarak bilinen bölgesindeki reseptörlere bağlanması ise  “o“ dişiyle ilişkili olan bir haz duygusunun ortaya çıkmasını sağlar. Tek eşliliği kilit altına alan bu süreç, çift bağlanması (pair-bonding) olarak bilinir. İlginçtir ki araştırmacılar genetik tekniklerle vazopresin düzeylerini yükselterek, çok eşli türleri tek eşli davranışlarına yönlendirebilmektedirler.

Bu konuda yapılmış bazı araştırmalara bakacak olursak;

‘’2008’de İsveç’teki Karolinska Enstitüsü’nden bir araştırma ekibi, uzun süreli heteroseksüel ilişkiler kurmuş 552 erkekte vazopresin reseptörünü kodlayan geni inceledi. Bulgular, RS 334 adı verilen genin bir  bölgesinin değişken sayılarla ortaya çıkabildiğini gösteriyordu: Bir erkekte genin bu bölgesi hiç bulunmayabilir veya tek ya da çift kopya halinde görülebilirdi. Kopya sayısı arttıkça, dolaşımdaki vazopresinin beyin üzerindeki etkileri de o ölçüde azalıyordu. Sonuçların böylesine basit oluşu şaşırtıcıydı: Kopya sayısı, erkeklerin eşine bağlı olması ile ilişkilendirilebilmekteydi. Daha fazla sayıda RS 334 kopyası taşıyan erkekler çeşitli bağlanma ölçeklerine (ilişkinin güçlülük derecesi, evlilikle ilgili olarak algılanan sorunlar, eşlerin  evliliğin niteliğine ilişkin değerlendirmeleri) göre yapılan ölçümlerde daha düşük puanlar almışlardı. Çift kopya taşıyanların bekar olma eğilimi daha fazlaydı; bunlar arasında evli olanların ise evlilikle ilgili sorun yaşama olasılığı diğerlerine göre daha yüksekti.

Ayrıca bir hormonun daha kadın erkek ilişkilerinde ve bağlılıkta önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Dr. Zak’ında uzun süre üzerine çalıştığı bu hormonun adı ‘oksitosin‘.

candy-hearts-600x450

Oksitosin düzeyi yüksek erkekler daha uzun süre bir ilişkiyi yürütebiliyor ve eşlerini çekici buluyorlar. Oksitosin kadınlarda doğumdan hemen sonra salgılanan bir hormon ve yakın zaman kadar erkeklerdeki işlevi bilinmiyordu. Oksitosin doğum ve süt verme işlevi sırasındaki rolü dışında sosyal ilişkilerimizde de önemli bir yer tutuyor, sevdiğimiz insanlarla beraberken ve yakın ilişki içerisindeyken düzeyleri artıyor. Arka hipofiz bezi tarafından salgılanan bu hormon beyinde bir nörotransmitter olarak görev yapıyor ve amigdala üzerinde etki gösteriyor. Romantik yakınlaşmalar, sarılma, öpüşme oksitosin düzeylerini artıran durumlar. Oksitosin etkisiyle hem kadın, hem de erkeklerde yakınlaşma ortaya çıktığında karşı tarafın yüzü çok daha fazla şey ifade etmeye başlıyor. Kişinin sevdiği insanın resmini görmesi bile oksitosin düzeylerinde artışa neden oluyor. Bu duygusal cevapalar ise ilişkide etkileşimi, çekiciliği ve monogamiyi artırıyor.

https://www.ted.com/talks/paul_zak_trust_morality_and_oxytocin

Bütün bu çalışmalar rasyonel seçimlerimizin ve çevrenin önemli olmadığı anlamına gelmemeli; çünkü önemli olduğunu biliyoruz.

Ayrıca bazı ilişkilerde oksitosin ve ikili ilişkilerde bizi iyi hissettiren diğer hormonların düzeyi daha uzun süre yüksek kalmaya devam edebilir hiç kuşkusuz. Sonuçların bize gösterdiği dünyaya farklı yatkınlıklarla geldiğimiz gerçeğidir.

Bazı erkekler tek bir eşle yaşayıp ona bağlı kalmaya genetik bakımdan yatkınken diğerleri böyle olmayabilir. Yakın gelecekte, bilimsel literatürü takip eden genç kızlar, erkek arkadaşlarının sadık birer  koca olma olasılığını anlamak için onlardan genetik test yaptırmalarını isterlerse şaşmamak lazım.

Bu arada neden kadınların bağlılık düzeyini ölçmek için bu tür çalışmaların yapılmadığını da sorgulamak gerekir.

 

Nörobilim, Hasta Uyumu

0

Nörobilim Çalışmalarının Hasta Uyumu Üzerindeki Etkileri

Hastanın tedaviye uyumunda 3 temel faktör var; hasta ile ilgili psikolojik faktörler, sosyal faktörler (hasta-doktor ilişkisi) ve kullanılan ilacın özelliği. İlk iki maddede nörobilim çalışmalarının sağladığı veriler önemli bir yer tutuyor. İlacın özelliği ile ilgili en temel faktörler ise, etkinlik ve kullanım kolaylığı.

Nörobilim alanını nasıl bir çerçevede tanımlayabiliriz?

Nörobilim, çok geniş kapsamlı multidisipliner bir uzmanlık alanı. Evrendeki en gizemli yapı olan beynimizin yapısını ve fonksiyonlarını, sinir sisitemini ve çevre ile etkileşimini, bilişsel işlevleri incelerken aynı zamanda nöroloji, psikiyatri, psikoloji, biyokimya, bilgisayar mühendisliği, matematik, genetik, dil bilimi gibi birçok alanla işbirliği içerisinde çalışıyor. Nörobilim ile ilgili araştırmalarda son yıllarda büyük bir artış olduğunu görüyoruz.

Nörobilimden hangi alanlarda faydalanılıyor?

Nörobilim alanında yapılan çalışmalar, öncelikle mental hastalıkların tanısı ve gelecekteki tedavi yöntemlerine ışık tutuyor. Bunun dışında, nörobilimden elde edilen verileri birçok alanda kullanıyoruz. Bu verilerin pazarlamada kullanılmasıyla birlikte “Nöromarketing” adı verilen alan ortaya çıktı. Ayrıca, bu çalışmalardan elde edilen verilerden ekonomi, finans, eğitim gibi birçok alanda yararlanılıyor. Beynimizi ve karar verme mekanizmalarımızı daha yakından anlamaya başladıkça, kendimizi de tanıyoruz. İlişkilerimize farklı bir boyut geliyor. Son yıllarda yapılan nörobilim çalışmaları; yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, hissettiklerimizin, kararlarımızın çoğunun bilincimizin dışında gerçekleştiğini gösterdi. Artık biliyoruz ki beynin işleyişi içerisinde en küçük rol, bilince ait olanı.

Tedavi uyumunda önemli faktörler nelerdir ve nörobilimin yeri nedir?

Hastanın tedaviye uyumunda 3 temel faktör var;- hasta ile ilgili psikolojik faktörler, sosyal faktörler (hasta-doktor ilişkisi) ve kullanılan ilacın özelliği. İlk iki maddede nörobilim çalışmalarının sağladığı veriler önemli bir yer tutuyor. İlacın özelliği ile ilgili en temel faktörler ise, etkinlik ve kullanım kolaylığı.

Nörobilim alanında yürütülen çok sayıda araştırma, saniyeler içerisinde verdiğimiz kararların, bazı durumlarda aylar süren mantıksal analizler sonucunda ulaşacağımız kararlardan farklı olmadığını gösteriyor. Kararlarımızı yönlendiren en önemli faktör ise duygular. Doktor hasta ilişkilerine baktığımız zaman da durum pek farklı değil.

Eğer uğraştığınız konu insan sağlığı ise hastaların duygulardan oluşan varlıklar olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Teknolojide altın çağın yaşandığı günümüzde bile hala hastaların tedavi kararlarını, tedaviye uyumlarını ve doktorlara duydukları güveni yönlendiren en önemli etken, doktorların onlarla çok kısa bir süre içerisinde kurduğu iletişim şekli. Örneğin; doktorun kendileriyle konuşma tonu, göz teması kurması, doğru soruları sorması, onları dinlemesi, görüşme sırasında uygun ve anlaşılabilir açıklamalar yapması. Hastalar, onların bir olgu değil bir insan olduğunu bilen ve bunu hissettiren doktorlara güveniyorlar. Son yıllarda, bu alanda yapılan nörobilim çalışmalarının katlanarak arttığını görüyoruz.

Hekimlerin hastalara empati ve şefkat göstermesi, hastaların beyninde güven ve umut ile ilgili mekanizmaları harekete geçiriyor. Hastaların hekimlerine güven duyması ise genel sağlık durumunu etkileyen en önemli faktörlerden biri. Hastalar hekimlerine güven duydukları zaman, tedaviye uyum ve tedavi başarısı da artıyor. Sadece göz kontağı kurmak bile beyinde 5 farklı alanın aktive olmasına neden oluyor.

Hekimlerimiz, nörobiyolojik mekanizmaları kullanarak hasta uyumunu artırmak konusunda kendilerini nasıl geliştirebilirler?

Hepimiz için her çeşit iletişimde anlık hükümler ve ilk izlenimler önemlidir, duygularımızla anlık yargılara sahip oluruz. Evrimsel süreç içerisinde, bu anlık kararlar insanoğlunun uyum yeteneğinin ve hayatta kalma şansının yüksek olmasını sağlamıştır.

Hekimlerin hastalara empati ve şefkat göstermesi, hastaların beyninde güven ve umut ile ilgili mekanizmaları harekete geçiriyor. Hastaların hekimlerine güven duyması ise genel sağlık durumunu etkileyen en önemli faktörlerden biri. Hastalar hekimlerine güven duydukları zaman,tedaviye uyum ve tedavi başarısı da artıyor. Sadece göz kontağı kurmak bile beyinde 5 farklı alanın aktive olmasına neden oluyor.

Her şey saniyeler içerisinde gelişir; ölçülü ve analitik davranacak, karşımızdaki kişinin veya doktorumuzun yaşadığı zaman baskısı, kurumsal koşulların getirdiği zorluklar hakkında fikir yürütecek, empati kuracak vaktimiz yoktur. Dolayısıyla, bizlerin en derindeki arzusu her koşulda anlaşılmak, sevgi, şefkat ve güven duygusunu hissetmektir.

Hastalar, hekimlerinin kendileri ile göz teması kurmasını istiyorlar. Hekimleri kendilerine dokunduğu zaman güven duygusu hissediyorlar. Tedavinin gidişatı ile ilgili olumlu yorumlar almak hastaları ümitlendiriyor. Tüm bunlar tedavi sonuçlarını etkiliyor.

Tedavi konusunda bilgi sahibi olmanın tedavi sonuçlarını etkilediğini biliyoruz. Eğer siz, terapötik maddeyi hastanın bilgisi dışında verirseniz etkinlik azalıyor. Bu bize beklentilerin sonuç üzerinde önemli etkisi olduğunu gösteriyor. Bu çalışmaların gösterdiği çarpıcı bir sonuç, psikolojik olarak active olan beyin bölgeleri, ilaç kullanıldığı zaman aktive olan beyin bölgeleri ile aynı ve hekimin hasta ile kurduğu bağ ve hasta tatmini, placebo etkisinden daha güçlü. Ayrıca son yıllarda gerçekleştirilen çalışmalar bize gösteriyor ki hastalar sevdikleri doktorun söylediklerini yapıyorlar, tedavide sorun çıkarsa şikayetçi olmuyorlar.

Son olarak, eklemek istediklerinizi rica ederiz.

Tedavi uyumu konusunda gerçekleştirilen çok sayıda çalışma hastaların %50’ye yakın bir kısmının ilaçlarını önerildiği şekilde kullanmadığını gösteriyor. Psikolojik ve iletişimle ilgili faktörlerin yanısıra ileri yaş, demans, etkileşimler, tablet sayısının çokluğu ve sık ilaç kullanımı tedavi uyumunu azaltan önemli nedenler. Bu aşamada Zostex günde tek doz kullanım kolaylığı ile tedaviye uyum konusunda büyük avantaj sağlıyor.

Tedavi konusunda bilgi sahibi olmanın tedavi sonuçlarını etkilediğini biliyoruz. Eğer siz, terapötik maddeyi hastanın bilgisi dışında verirseniz etkinlik azalıyor. Bu bize beklentilerin sonuç üzerinde önemli etkisi olduğunu gösteriyor. Bu çalışmaların gösterdiği çarpıcı bir sonuç, psikolojik olarak aktive olan beyin bölgeleri, ilaç kullanıldığı zaman aktive olan beyin bölgeleri ile aynı ve hekimin hasta ile kurduğu bağ ve  hasta tatmini, placebo etkisinden daha güçlü. Ayrıca son yıllarda gerçekleştirilen çalışmalar bize gösteriyor ki hastalar sevdikleri doktorun söylediklerini yapıyorlar, tedavide sorun çıkarsa şikayetçi olmuyorlar.

Basında

Bu yazı Pharmaceutical Business Review Dergisi’nde de yayınlanmıştır.