Ana Sayfa Blog Sayfa 5

Korkunun Yarattığı Etki Tahmin Ettiğimiz Gibi Olmayabilir

0

Malcolm Gladwell’in Davut ve Golyat kitabında korkununun yarattığı etkiler ile ilgili çarpıcı bir örnek var. İkinci Dünya savaşında Almanların Londra’ya büyük bir hava saldırısı yapacağı kesinleşince Londralıların vereceği tepkiler ile ilgili kuşkusuz çok sayıda olumsuz tahmin ortaya atılıyor. Bu olayın halkta yaratacağı psikolojik hasarın çok büyük olacağı beklentisiyle kent dışına akıl hastaneleri kuruluyor.

Art arda elliyedi gece süren yıkıcı bombardımandan sonra sekiz ay boyunca Alman bombardıman uçakları Londra semalarını inletiyor. Kırkbin kişi ölüyor ve kırkaltı bin kişi yaralanıyor. Ancak İngilizlerin verdiği tepki beklendiği gibi olmuyor. Panik yaşanmıyor, Londra çevresinde inşa edilen akıl hastanelerine kimse gitmediği için ordunun kullanımına veriliyor. Bombardıman başladığında birçok kişi kırsal kesime tahliye ediliyor, ama kentte kalması gerekenler kalıyor. Alman bombardımanı devam ederken İngiliz yetkililer sergilenen cesareti ve umursamazlığa benzeyen şeyi şakınlıkla gözlemliyorlar. Bunu İngilizlerin doğasında olan sükunet ve metanetle açıklamak zor. Çünkü başka ülkelerdeki sivillerinde bir bombardıman karşısında beklenmedik şekilde dayanıklı olduğu ortaya çıkıyor. Savaştan çok sonra Kanadalı psikiyatrist MacCurdy ‘The Structure of Morale’ (Moralin Yapısı ) adlı kitabında bu durumun nedenini açıklıyor. MacCurdy’nin Londra bombardımanı deneyimiyle ilgili yazdıkları ilginç.

Herkes Londralıların 2.dünya savaşı sırasındaki bombalanma deneyiminin  korkunç olacağını varsaymıştı. Onları korkutan, bombardıman başladığında insanların hissedeceklerine ait öngörülerdi. Sonra, Alman bombaları aylar boyunca dolu gibi yağmış ve bombardımandan dehşete kapılacağını düşünülen ve felaketi ucuz atlatan milyonlarca kişi korkularının abartılı olduğunu anlamaya başlamıştı. İyiydiler. Peki sonra ne oldu?

MacCurdy ‘The Structure of Morale’ (Moralin Yapısı ) adlı kitabında bir bomba düştüğünde etkilenen nüfusun üçe ayrılabileceğini savunuyor.

İlk grup; ölenler. Bunlar, bombardıman deneyimini en yıkıcı şekilde deneyimleyen insanlar. Ancak MacCurdy’nin ( belki de biraz duyarsızca ) ifade ettiği gibi  “topluluğun morali hayatta kalanların tepkisine bağlıdır.

İkinci grup; kıl payı kurtulanlar. Patlamayı hissederler, yıkımı görürler, kıyım karşısında dehşete düşerler, belki de yaralanırlar; ama hayatta kalırlar ve çok etkilenirler. Burada  “etkilenmek“ bombalamayla ilişkili korku tepkisinin güçlü bir şekilde hissedilmesi anlamına geliyor. Bu, tanık olunan dehşet karşısında sersemleme halinden gerçek bir şuursuzluğa, ürkekliğe ve endişeye kadar birçok kavramı kapsayan “şok“la sonuçlanabilir.

Üçüncü grup; ucuz atlatanlar. Bunlar siren seslerini dinleyen, tepelerinden uçan savaş uçaklarını gören ve patlayan bombaların sesini duyan insanlardır. Ama bomba yolun sonunu veya yan mahalleyi vurur. Ve onlar için bombalı saldırının sonuçları kıl pay kurtulan grubunkinin tam tersidir.

MacCurdy sonucu şöyle açıklıyor; kıl payı kurtulmak sizi travmatize eder. Ucuz atlatmak ise yenilmez olduğunuzu düşünmenize neden olur.

MacCurdy’nin kıl payı kurtulmak ve ucuz atlatmakla ilgili ileri sürdüğü görüş: cesaretin bir anlamda sonradan elde edinildiği. ‘Hepimiz sadece korkuya duyarlı olmakla kalmayız’ diyor. ‘Ayrıca bu konuda farklı eğilimlerimiz vardır. Korkunun zapt edilmesi neşe ve zihindelik getirir… Bir hava saldırısı sırasında panikleyeceğimizi düşünerek korkmuşsak, ancak saldırı olduğunda sakinliğimizi korumuşsak ve artık güvendeysek, önceki kaygı ile şimdiki rahatlama ve güvende olma duygusu arasındaki tezat, kendine güveni ortaya çıkarır. Şu anda sahip olduğumuz cesaret, zorlu zamanlardan geçtikten ve o zamanların aslında o kadar da zorlu olmadığını keşfettikten sonra kazandığınız bir şeydir.’

Almanlar Londra’yı bombalarken bombardımanın yaratacağı travmanın İngilizlerin cesaretini yok edeceğini düşünüyorlardı. Ancak bunun tam tersi oldu. Saldırıyı ucuz atlatan ve daha önce hiç olmadıkları kadar cesur olan insanlardan oluşan bir kent yarattılar.

Bütün bunlar gelecekte olabilecek herhangi bir durum karşısında neler hissedebileceğimize ait öngörülerin aslında çok güvenilir olmadığını gösteriyor.

 

Satın Alma Zihinde Başlar

0

“Tarih boyunca en basit tanımıyla pazarlamanın asıl amacı, müşterinin neye ihtiyacı olduğunu öğrenmek ve onlardan elde ettikleri cevaplarla ne üreteceğini bulmak ve ürünleri mümkün olduğunca fazla sayıda satmak için ne tür bir iletişim stratejisi uygulanacağına karar vermekti. Ancak zamanla bu yaklaşımda temel bir sorun olduğu ortaya çıktı. Pazarlama faaliyetleri insanın ne istediğini bildiği varsayımıyla yapılıyordu ama gerçek tam olarak bu değildi. Nöromarketing, pazarlama alanında yeni ve umut verici bir dal olarak ortaya çıktığında bazıları bunun manupülatif bir teknik olduğunu düşünmüş olabilir. Ancak Nöromarketing müşterilerin gerçek sıkıntısını bulmak için yol gösteriyor ve pazarlama etkinliklerinin amacına ulaşmasına yardımcı oluyor. Hiç olmadığı kadar zorlu Pazar koşularında zaman ve kaynaklar boşa harcanmamış oluyor. Ayrıca bu alanda yapılmış ve yapılacak olan çalışma sonuçlarıyla beynimizin işleyiş mekanizmaları, nelerden, nasıl etkilendiğimiz konusunda farkındalık geliştireceğiz. Özellikle son onbeş yılda nörobilim araştırmalarıyla müşteri davranışlarını, reklamların etkinliğini incelerken önemli içgörülere sahip olduk. Tüketicileri tanırken aynı zamanda kendi davranışlarımız konusunda da farkındalık geliştirdik, nörobilim birçok alanda etkili olmaya başladı, popüler bir bilim haline geldi. Önümüzdeki yıllarda da bu bilim dalı “kendimizi tanımamız, konusunda bize yol gösterecek.”

 

Basında

Bu yazı Marketing Türkiye Dergisi – Temmuz 2016 sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Kronik Stres Bizi Aptallaştırıyor !

0

Yoğun stres altında yaşadığımız dönemler oluyor. Zamanla stres özellikle iş hayatında o kadar sıradan bir durum haline geliyor ki bu durumu gündelik yaşamın, iş hayatının bir parçası olarak görüyoruz. Ancak stresli dönemler uzadıkça sağlımızın bozulduğunu fark ediyoruz. Aynı zamanda üretkenliğimiz, mutluluğumuz, çevremizdekilere olan ilgimiz de giderek azalıyor!

Konsantrasyon güçlüğü, karşımızdakini anlamada güçlük, unutkanlık, anksiyete gibi birçok sorunun nedeni stres ve stresin beynimizde yarattığı olumsuz etkiler olabilir. Son yıllarda gerçekleştirilen çok sayıda nörobilim çalışması kronik stres ve stres hormonlarının beyinde yol açtığı zararları ortaya koydu.

Stresli bir durumla karşılaşılınca vücut ilk tepki olarak enerjiyi ve konsantrasyonu artırmak için adrenalin salgılıyor. Adrenalinin etkisi birkaç dakika içinde ortadan kalkıyor. Adrenalin gibi stres hormonlarının yararlı olduğu durumlar var. Özellikle sağkalımla ilgili bir konu söz konusuysa! Örneğin; sizi vahşi bir hayvan kovalıyorsa, adrenalin hayatta kalmanız için yararlı olacaktır. Ancak günlük hayatta bu tip durumlarla çok az karşılaşıyoruz ve ortada böyle bir tehdit yokken sürekli stres hormonu salgılamanız tehlikeli bir durum.

Stres uzun süre devam ettiğinde ise adrenalinden daha etkili olan kortizol gibi stres hormonları salgılanmaya başlıyor. Bu hormonların etkisi uzun süreli ve zararlı. Kortizol kanda uzun süre yüksek konsantrasyonlarda kaldığında beyin fonksiyonları ve yapısı hücresel düzeyde bozulabiliyor.

Ayrıca stres hormonlarının kanser ve soğuk algınlığı da dahil birçok hastalığın ortaya çıkmasında önemli bir faktör olduğunu biliyoruz. Doktor ziyaretlerinin büyük bir kısmı strese bağlı sağlık problemleri nedeniyle gerçekleşiyor.

Kronik Stresin Beyin Üzerine 8 Etkisi

  1. Kronik Stres Bizi Aptallaştırıyor

“Kronik Stres Bizi Aptallaştırıyor.” Çünkü uzun süreli stres beynin rasyonel düşünceden sorumlu bölgelerinin işlevlerini yerine getirmesini zorlaştırıyor. Stres beynimizin ön kısmında, alnın hemen arkasında bulunan sağlıklı düşünme, öğrenme, problem çözme, hedefe ulaşma gibi fonksiyonlardan sorumlu beyin bölgesi olan prefontal kortekste nörotransmitterlerin dengesini bozuyor. Bu değişiklik sonucunda dikkat eksikliği, düşünme becerilerinde bozulma, unutkanlık ve günlük hayata uyum sorunları ortaya çıkıyor. Bu değişiklikler herhangi bir konuya dikkatli bir şekilde yoğunlaşmamızı engelliyor, dağınık düşünüyoruz ve sonuç olarak tüm bilişsel fonksiyonlar olumsuz etkileniyor. Yanlış kararlar vermeye başlıyoruz.

  1. Kronik Stres Beyni Küçültüyor

Kronik stres beyin hacminin azalmasına yol açıyor. Yani uzun süreli, yüksek oranda strese maruz kalan kişilerin beyinlerinde küçülme görülüyor. Bunun sonucunda da bilişsel yetenek zayıflıyor.  Kortizol özellikle hipokampüste yeni nöron oluşumunu durduruyor (hipokampus, beyinde temporal lobda yer alanhafıza, öğrenme, duygusal regülasyon ve yön bulmada önemli rolü olan bir bölge).

Stres aynı zamanda duygulanım, dürtü kontrolü ve bilişsel fonksiyonlardan sorumlu prefrontal korteksin de küçülmesine neden oluyor. Bu durumun karar verme, kısa süreli bellek ve dürtüsel davranışlar üzerinde olumsuz etkisi olduğu biliniyor. Kronik stres ayrıca unutkan ve emosyonel olmamıza neden oluyor.

Burada iyi bir haber; stresin beyinde yarattığı bu olumsuz etkiler kalıcı değil ve stres düzeyinin azalmasıyla beraber beyin normal hacmine, bilişsel yetenek ise stres öncesi döneme geri dönebiliyor.

  1. Kronik stres korku ve anksiyete kısır döngüsü yaratıyor

Kronik stres, amigdala adı verilen, beyinde her iki tarafta temporal lobların derinlerinde yer alan yapının boyutlarında, aktivitesinde ve nöral bağlantılarında artışa yol açıyor. Amigdala başta korku olmak üzere duygular, hafıza ve sağkalım ile ilgili dürtülerin denetiminden sorumlu bir beyin bölgesi. Amigdala olmadığı veya işlev görmediği durumlarda olaylar duygusal anlamını kaybediyor. Amigdala aktive olduğunda ise adrenalin ve kortizol gibi stres hormonlarında artış meydana geliyor. Bu hormonlar kalp hızı, kan basıncı, solunum hızı ve glikoz düzeylerini arttırıyorlar. Sonuç ise vücutta “savaş veya kaç” cevabının ortaya çıkması. Normal şartlarda stresli durum ortadan kalktıktan sonra bu hormonlar eski  düzeylerine dönüyorlar. Ancak çok uzun süre kronik strese maruz kalan kişilerde hormonlar sürekli yüksek düzeylerde kalarak korku ve anksiyete kısır döngüsüne neden oluyor.

  1. Kronik stres yeni beyin hücresi yapımını azaltıyor

Her gün yüzlerce beyin hücresi kaybediyoruz. Fakat beyin hücreleri tekrar yapılabiliyor. Beyinde bulunan BDNF (brain-derived neurotrophic factor) var olan beyin hücrelerinin sağlıklı olmasını ve yeni beyin hücresi yapımını sağlayan önemli bir protein. BDNF aynı zamanda stresin beyin üzerindeki olumsuz etkilerini azaltıyor. Ancak kronik stres sonucu ortaya çıkan yüksek kortizol düzeyleri BDNF yapımını azaltarak yeni beyin hücresi oluşumunu engelliyor. BDNF düzeylerinin azalması aynı zamanda Alzheimer ve depresyon gibi birçok durumla ilişkili.

  1. Kronik Stres Depresyon, Unutkanlık ve Alzheimer’a Neden Oluyor

Beyin hücreleri birbirleriyle nörotransmitter adı verilen kimyasallar aracılığı ile iletişim kurar. Kronik stres ile birlikte prefrontal korteks ve hipokampüs bölgesinde yapısal dejenerasyon ortaya çıkar, önemli nörotransmitterler, özellikle serotonin ve dopamin düzeyleri azalıyor. Bu nörotransmitterlerin azalması kişide olumsuz bir duygu yaratabiliyor ve metabolizmayı madde bağımlılıklarına daha duyarlı bir hale getiriyor.

Uzun süreli stresin beyindeki en olumsuz etkilerinden biri de demans ve Alzheimer riskinin artmasıdır. Yeni çalışmalar özellikle orta yaşlarda görülen kronik stresin Alzheimer riskini artırdığını gösteriyor  Aynı zamanda orta yaşta görülen anksiyete kıskançlık, hızlı duygu durum değişiklikleri Alzheimer görülme riskini 2 kat arttırmaktadır.

  1. Kronik Stres Toksinlerin Beyni Etkilemesine Yol Açıyor

Beynimiz her çeşit toksine karşı çok hassastır. Kan-beyin bariyeri beyin için koruyucu görev üstlenen özelleşmiş hücrelerden oluşur. Yarı geçirgen bir filtre beynimize zararlı maddelerin girişini etkiler. Kronik stres ise kan-beyin bariyerini zayıflatır, geçirgen hale getirir. Böylece patojenler, ağır metaller, kimyasal maddeler ve toksinle beynimize daha kolay girebilir. Kan beyin bariyerinin zayıflaması beyin kanseri, beyin enfeksiyonları ve multipl skleroz ile bağlantılı olabilir.

  1. Kronik Stres Beyin Hücrelerinin İntiharına Neden Oluyor

Stres, vücudumuzda ve beynimizde hücrelerin prematür intiharına ve hücresel düzeyde erken ölüme neden olur. Stres sonucu artan kortizol düzeyleri glutamat adı verilen bir nörotransmitterin düzeyini arttırır. Glutamat ise serbest radikallerin (bağlı olmayan oksijen molekülü) daha fazla oluşumuna neden olur. Serbest radikaller beyin hücrelerinde tıpkı oksijenin metalde yol açtığı paslanma gibi bir etki yaratırlar. Yükselen serbest radikal düzeyleri ile beyin hücre duvarında hasar ve sonrasında da hücre ölümü meydana gelir.

  1. Kronik Stres Beyin Enflamasyonuna Yol Açıyor

Beynin kendine ait bir bağışıklık sistemi var. Mikroglia adı verilen spesifik hücreler beyni ve spinal kanalı enfeksiyonlardan ve zararlı maddelerden koruyor. Malesef mikrogliaların bir açma kapama mekanizması yok. Bir kez aktif duruma geldiklerine enflamasyon sürekli olarak devam ediyor. Yani, mikrogliaların sürekli çalışır durumda olmasına ve sonucunda beyin enflamasyonunun gelişmesine neden olan faktörlerden birisi de yine kronik stres.

 

Kaynaklar

ALEKSEENKO A. V. et al., ‘Glutamate induces formation of free radicals in rat brain synaptosomes’, Biophysics, vol. 54, no 5, 2009-10, p. 617-620.

BERGLAND, Christopher, ‘Chronic Stress Can Damage Brain Structure and Connectivity’, Psychology Today, 12 Şubat 2014, https://www.psychologytoday.com/blog/the-athletes way/201402/chronic-stress-can-damage-brain-structure-and-connectivity.

BRANAN, Nicole, ‘Stress Kills Brain Cells Off’, Scientific American, 1 Haziran 2007, http://www.scientificamerican.com/article/stress-kills-brain-cells/.

DOYNE, Shannon, ‘Does Stress Affect Your Ability to Make Good Decisions?’, The Learning Network, International New York Times, 20 Ekim 2014, http://learning.blogs.nytimes.com/2014/10/20/does-stress-affect-your-ability-to-make-good-decisions/?_r=0.

HOLMES, Clive, ‘Chronic stress as a risk factor for the development of Alzheimer’s disease’, Alzheimer’s Society, https://www.alzheimers.org.uk/site/scripts/documents_info.php?documentID=1744.

JOHANSSON, Xinxin Guo, Margda Waern, Svante Östling, Deborah Gustafson, Calle Bengtsson, Ingmar Skoog ‘ Midlife psychological stress and risk of dementia: a 35-year longitudinal population http://brain.oxfordjournals.org/content/133/8/2217

SANDERS, Robert, ‘New evidence that chronic stress predisposes brain to mental ilness’, Berkeley News, 11 Şubat 2014, http://news.berkeley.edu/2014/02/11/chronic-stress-predisposes-brain-to-mental-illness/.

American Institute of Stress: “Effects of Stress.” Helpguide.org: “Understandig Stress.” Department of Health and Human Services: “Stress and Your Health.”

http://www.medscape.com/viewarticle/723847

Basında

Bu yazı HBT Dergisi – 20 Ocak 2017 sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Yeni Pazarlama Bilimi

0

Nöromarketing pazar araştırmaları alanında yeni bir alan. Son yıllarda gerçekleştirilen önemli nörobilim çalışmalarından elde ettiğimiz sonuçların pazarlama alanında kullanılmaya başlanmasıyla ortaya çıktı. Bazılarına göre bu araştırma teknikleri, müşterilerin karar verme ve davranışlarının ardındaki tüm sırları anlamamıza olanak sağlıyor, bazılarına göre ise pazarlamacı ve reklamcılara beynimizi ele geçirme imkanı veren manüpülatif bir yöntem. Peki, gerçek hangisi? Gerçek, abartılarak tartışılan tüm konularda olduğu gibi ortada bir yerlerde.

Nöromarketing, hiç kuşkusuz pazar araştırmaları alanına yeni bir boyut, çok güçlü iç görüler getirdi. Fakat nöromarketing, müşterileri daha çok alışveriş yapmaya teşvik ederek, onları zombilere dönüştürecek bir yöntem değil. Nöromarketing kavramını pazarlama veya pazar araştırması aktivitelerinde nörobilim yöntemlerinin ve nörobilimin sağladığı bilgilerin kullanılması olarak tanımlayabiliriz.

Sonuç olarak nöromarketing, diğer geleneksel araştırma yöntemlerinin hedeflediği noktaya odaklanıyor. Firmalar kendilerini müşterilerine tanıtırken pazarlama ve tanıtım bütçelerini en doğru şekilde nasıl kullanmalı, en doğru iletişim şekli ne olmalı? Nöromarketing aynı zamanda satış mesajlarımıza veya pazarlama stratejilerimize müşterinin beyin perspektifi açısından bakmamızı sağlayan bir paradigm dönüşümü.

Bu konuda süregiden tartışmaların en önemli nedeni ise ‘nöromarketing’ kavramının tam olarak anlaşılmamış olması, bu alanın son yıllarda hızla büyümesi ve konuyu tam olarak bilmeyen kişiler tarafından iletişiminin yapılması. Konu beyin olduğu için ve günümüzde beyinle ilgili her şey çok popüler bir hale geldiğinden spekülasyonlardan uzak durmak ve bu konudaki bilgileri sorgulamak gerekliliği ortaya çıkıyor. Unutulmaması gereken bir nokta ‘beynin sırları çözülmedi’. Telekinezi, telepatik iletişim, anıları slime gibi 20 yıl önce bilim kurgu olarak nitelendireceğimiz çalışmalar, laboratuvar koşullarında gerçekleştirildi, teknolojinin de hızla gelişmesiyle birlikte son 10 yılda beyinle ve sinir sistemiyle ilgili çok önemli bilgilere sahip olduk. Ancak beyin hala evrendeki en gizemli yapı olma özelliğini koruyor.

Neden Nöromarketing?

Nöromarketing ortaya çıktı; çünkü geleneksel araştırma yöntemleri ile insanlara ne istediklerini soruyor, onlardan aldığımız cevaplara göre ürünlerimizi tasarlıyor, pazarlama stratejilerimizi geliştiriyorduk. Uzun yıllar müşterilerin aktardığı görüşlerin doğru olduğuna inandık. Ancak zamanla bu yaklaşımda temel bir sorun olduğunu ortaya çıktı. Nörobilim çalışmalarının bize sağladığı en önemli bilgi; yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, hissettiklerimizin, kararlarımızın çoğu bilincimizin dışında gerçekleşiyor, beynin işleyişi içerisinde en küçük rol bilince ait olanı. Nörobilim ve karar verme mekanizmaları konusunda uzun yıllardır araştırmalar yapan Harward Üniversitesi Profesörü Gerald Zaltman ‘How Customer’s Think’ adlı kitabında klasik pazarlamanın işe yaramadığının altını çiziyor. ‘Çünkü biz insanlara ne istediklerini soruyoruz ve verdikleri cevaplara gore ürünler ve hizmetler tasarlıyoruz. Ancak biliyoruz ki insanlar gerçekten ne istediklerini bilmiyorlar. Kararlarımızı yöneten beyin bölgesi Daniel Kahneman’ın kendisine 2002 yılında Ekonomi Nobel ödülü‘nü kazandıran çok önemli araştırmasında kullandığı deyimiyle Sistem 1. Beynimizin mantıksal işlevlerden sorumlu bölümü olan korteks (Sistem 2), kararlar Sistem 1 tarafından verildikten çok sonar devreye giriyor. Satın alma hareketimiz rasyonel bir düşünceyle değil, hissederek başlıyor, Önce duygularımızla karar veriyor ve daha sonra verdiğimiz kararı mantıklı bir zemine oturtmaya çalışıyoruz. Duygu yoksa karar da alınamıyor.

Nöromarketing Yöntemleri Neler?

Nöromarketing araştırma yöntemlerini uygularken tüketicilere yine belirli sorular soruluyor veya uyaranlar gösteriliyor. Ancak bu araştırmalar sırasında onların söylediklerine değil, beyindeki değişiklere veya vücuttaki fizyolojik değişikliklere bakıyoruz. Bu yöntemler; İfade tanımlama (facial decoding), 43 yüz kasının kasılma hareketlerine göre bireyin duygularını okumanızı sağlıyor. Buna saniyenin aşağı yukarı yalnızca 1/10’unda ortaya çıkan ve eğitim profesyonellerinin bile gözünden ka.abilecek mikro-duyguları saptamak da dahil. Ses analizi (voice analysis), kelimeleri göz ardı edip bireyin hissettiği duyguyu saptamak için ses tonundaki geçişleri analiz etme tekniğidir. Göz takibi (eye tracking), araştırmacıların bakışın ne tarafa yöneldiğini, bir resmin, görselin veya rafın belirli kısımlarında ne kadar süre kaldığını ve tüketicinin baktığı objeyi hangi sırayla taradığını incelediği tekniktir. Bu yöntem ile elde edilen sonuçlar, ürünün hangi rafa yerleştirileceği, logonun olması gerektiği yer ve web sayfası tasarımına kadar bir çok kararı doğru vermemize yardımcı oluyor. Bu üç tekniğin uzaktan, internet aracılığı ile de uygulanabileceğini unutmamak lazım. Tek ihtiyacınız olan mikrofonlu bir kamera ve doğru yazılım. Biyometrik yöntemler ise vücudun verdiği tepkilerin ölçülmesine dayanıyor; kan basıncını, kalp atışı, solunum hızını, derinin terlemesi, göz bebeklerinin büyümesi gibi tepkiler ölçülerek deneklerin uyarandan hoşlanıp hoşlanmadığı, ürünü beğenip beğenmediği analiz ediliyor. Deri iletimi ölçümlemesi (Galvanic Skin Response) ile tüketicilerin derilerinde oluşan gerilme, rahatlama, ürperme gibi reaksiyonlar kaydediliyor. EEG (elektroenfelogram) yöntemiyle motivasyon, bilişsel iş yükü, dikkat, uyku hali/yorgunluk gibi beyin durumlarına ait net bulgular elde edebiliyoruz. Tıp alanında n.rolojik hastalıkların teşhisinde kullanılan ve saçlı deriye yerleştirilen elektrotlar ile uygulanan bu yöntem ile beyindeki nöral senkronizasyonun yüzeye doğru yayılan elektrik voltaj dağılımı kaydediliyor. Günümüzde taşınabilir EEG cihazları ile ürün ve lokasyon değerlendirme araştırmaları kolaylıkla yapılabiliyor. EEG çalışmalarını biyometrik değerlendirme yöntemi ile birlikte uygulayabiliyoruz.

Nöromarketing araştırmaları, hem müşteri davranışlarını incelemek hem de daha uygun koşullar hazırlamaya yardımcı olmak amacıyla kullanılabilir.

Örneğin bu konuda yapılan araştırmalar marketlerde alışveriş sırasında tüketiciye ne kadar çok tercih sunulursa, o kadar az para harcadığını gösteriyor. Çeşit veya uyaran artık.a ilgi azalıyor. Alınacak ürüne karar verme süresi 5-7 saniye arasında değişiyor. Rafların önünde ne kadar çok süre harcanırsa harcansınkarar verme süresi aslında çok kısa. Bu aşamada raf tasarımı, paketlenme ve markanın sunumu ve tüketicinin marka ile kurmuş olduğu duygusal bağ büyük önem taşıyor. Bir ürünü satın almak bilinçli bir karardan çok ritüel haline gelmiş bir davranıştır aslında. Bu nedenle satış noktalarında müşteri deneyimi en çok üzerinde durulması gereken konudur.

Nöromarketing ve Etik

Akla gelen ilk soru bu araştırmaların etik olup olmadığıyla ilgili oluyor. Pazarlamacılar tüketicinin iradesine karşın ürün satabilecek mi? Beynimizi ele mi geçiriyorlar? Nöromarketing, pazarlama alanında yeni ve umut verici bir dal olarak ortaya çıktığında bazıları bunun manupülatif bir teknik olduğunu düşünmüş olabilir. Ancak nöromarketing, müşterilerin gerçek sıkıntısını bulmaya ve pazarlama etkinliklerinin amacına ulaşmasına yardımcı oluyor. Böylece günümüzün zorlu pazar koşularında zaman ve kaynaklar boşa

harcanmıyor. Bu çalışmalardan elde edilen bilgiler daha kaliteli ve müşteri ihtiyaçlarına, isteklerine çok daha iyi cevap verebilen ürün ve hizmetlerin yaratılmasında rol oynayacak, beynimizin işleyiş mekanizmaları, hangi uyaranlardan ve nasıl etkilendiğimiz konusunda farkındalık geliştireceğiz.

 

Basından

Bu yazı Private Label Dergisi – Nisan 2016 sayısı’nda da yayınlanmıştır.


 

Bu yazı Saray Dergisi – Nisan 2016 9. sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Spiritüel Etiket

0

Son zamanlarda ortaya çıkan birçok spiritüel öğreti ve ‘kişisel gelişim’ programı isteklerimizi elde etmenin aslında çok ta zor olmadığını ve kendi gerçekliğimizi yaratabileceğimizi söylüyor.

Peki bu öğretiler bize bu konuda nasıl yardımcı oluyor. Bize istediğimiz şeyi gözümüzde canlandırmanın, harekete geçmenin, amaçlarımızı belirlemenin, olumlamalar yapmanın  isteklerimize ulaşmak için yeterli olduğunu söylüyorlar. Eğer istemesini biliyorsak istediklerimiz gerçekleşir. Eğer gerçekleşmiyorsa istemesini bilmiyoruz, ya da bilinçaltında çok yanlış düşünce kalıplarına sahibiz. Sürekli dile getirilen bu bilgilerle bizler kendimizi tanıma, en derindeki özümüzü bulma zahmetine katlanmadan, bize evrenin sunacağı hediyeler için isteklerde bulunuyoruz.

Dünyaya geliş şeklimiz, genetik yapımız, fiziksel özelliklerimiz, ailemiz, çocukluğumuz, tüm bunlar yaşamımızı yönlendiren etkenler ve bunlardan bağımsız olarak sadece ‘istemek’ ve istediklerimize sahip olacak olgunluğa erişmeden istemek anlamlı mı? Ve istekler aslında zihnin bir oyunu değil midir? Yani egosal bir durum! Ayrıca biliyoruz ki ‘mutluluğu, sahip olmaya ve nesnelere bağlamak, çok büyük bir yanılsamadır; mutluluk sahip olma yoluyla gelmez. Değişim içinde olan, geçici olan şeylere sanki hiç değişmeyeceklermiş, sanki kalıcı şeylermiş gibi tutunmak mutsuzlukla sonuçlanır. Çünkü bugün istediklerimizin yarın hiçbir anlamı kalmayabilir.

Bu nedenle ‘Ben’ kendi gerçekliğimi yaratırım iddiası ile konuşurken çok  dikkatli olmalıyız. Çünkü ‘ben’ derken aslında hangi ‘ben’i dinliyorum? Egomu mu, benliği mi mi? İçimdeki egoyu mu, içimdeki Bütünü mü? Çünkü içimdeki Bütün sadece beni önemsemekle kalmaz. İçimdeki Bütün büyük ve küçük herşeyin içindedir  ve o Bütün evreni yaratır; aydınlığı ve karanlığı kapsayan kendi gerçekliğini yaratır.   Ama ben kendi gerçekliğimi yarattığımı iddia etmeye başladığımda ve o gerçeklik  sadece yeni  bir araba almak ve yeni bir iş bulmak, daha çok para, ün, aşk,  mutluluktan ibaret olduğunda, belki de durup sormalıyım: Hangi  ‘ben’i dinliyorum? Çünkü artık her şeyle bir olmuyorum  değil mi ? Evrenin.  sadece benim küçük arzu ve isteklerimle yönetilen küçük bir dilimiyle bir oluyorum ve bu Bütün falan degil, bu egodur.

‘’Spiritüel yaklaşımların birçoğunun temel özelliği  yeniden etiketleme sürecidir. Yani sen şu andaki egosal halini alır, onu spiritüel,  ilahi,  kutsal  olarak etiketlemeyi  öğrenirsin, Egonu Tanrıça diye, Kutsal Benlik diye, Baş  Melek  falan filan …  diye adlandırırsın.  Sonunda dayanamazsın ve egonun en Derin köşelerini Tanrı diye etiketlersin ve işte  insanların yeni spirituel paradigma dedikleri  budur.’’ Bumeritis/Ken Wilber

 

 

Doktorumu Dinliyorum

0

“Esas olan gözle görülmeyendir.” – Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry

www.youtube.com/watch?v=Wl2_knlv_xw
www.youtube.com/watch?v=Wl2_knlv_xw

Bir kararın niteliğinin, bu kararı alırken harcanan süre ve çabayla doğrudan bağlantılı olduğunun sürekli bize hatırlatıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Acele işe şeytan karışır diyoruz. Dereyi görmeden paçayı sıvama. Dur da bir düşün. Görünüşe aldanma. Sadece bilinçli kararlarımızın doğruluğuna güveniyoruz. Ancak günlük yaşamımızda sık sık anlık hükümler ve ilk izlenimler kararlarımızı yönlendiriyor.

Nörobilim alanında yürütülen çok sayıda araştırma saniyeler içerisinde verdiğimiz kararların, bazı durumlarda aylar süren mantıksal analizler sonucunda ulaşacağımız kararlardan farklı olmadığını gösteriyor. Kararlarımızı yönlendiren en önemli faktör ise duygular. Duygu yoksa karar da alınamıyor.

Doktor hasta ilişkilerine baktığımız zaman da durum pek farklı değil. Eğer uğraştığınız konu insan sağlığı ise, hastaların duygulardan oluşan varlıklar olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Teknolojinin altın çağının yaşandığı  günümüzde bile hala hastaların tedavi kararlarını, tedaviye uyumlarını ve doktorlara duydukları güveni yönlendiren en önemli etken doktorların onlarla çok kısa bir süre içerisinde kurduğu iletişim şekli. Örneğin doktorun kendileriyle konuşma tonu, göz teması kurması, doğru soruları sorması, onları dinlemesi, görüşme sırasında uygun ve anlaşılabilir açıklamaların yapılması… Hastalar, onların bir olgu değil bir insan olduğunu bilen ve bunu hissettiren doktorlara güveniyorlar.

Malcolm Gladwell’in Blink kitabında detaylı bir şekilde ele aldığı, Amerika’da hekimler üzerinde yapılan bir çalışmada, doktorlara yanlış tedavi yaptıkları durumlar için poliçe satan bir sigorta şirketi hangi doktorların dava edilme olasılığının daha yüksek olduğunu araştırıyor. İki olasılık var:  Birincisi, doktorun eğitim düzeyi ve güvenilirliğini hakkında bilgi sahibi olmak için son yıllarda ne kadar hata yaptığını hastane kayıtlarını inceleyerek araştırmak; diğeriyse doktorun bir hastasıyla arasında geçen konuşmanın bir kısmını kaydederek dinlemek.

Malcolm Gladwell - Blink
Malcolm Gladwell – Blink

Bu konuda yürütülen araştırmalara kitapta detaylı olarak yer verilmiş ve elde edilen sonuçlar oldukça ilgi çekici. Dava edilme riski, doktorun ne kadar çok hata yaptığıyla kesinlikle ilgili değil. Araştırma sonuçlarına göre çok başarılı ve yetenekli doktorlar sıklıkla dava ediliyorken, çok hata yapanlar hiç mahkemeye çıkmayabiliyor. Ayrıca doktorun hatasından dolayı zarar gören ama bu durumu çevresindekilerle paylaşmayan hastaların sayısı oldukça fazla. Hastalar sadece kötü tedavi uygulandığını düşündükleri için dava açmıyor. Şikayetçi olma nedenleri hem kötü tedavi, hem de muayene sırasında doktorların onlara davranma şekliyle ilgili. Yanlış tedavi davalarında genellikle karşılaşılan durum, hastaların hızlı karar vermek zorunda bırakılmaları ve yeterince ilgi görmemeleri. Bu davalarla ilgilenen önemli bir avukat olan Alice Burkin şunu söylüyor: “İnsanlar sevdikleri doktorları dava etmiyorlar.’’ Doktorunu dava etmekte kararlı olan bir hasta, avukatı Alice Burkin’e, doktorundan nefret ettiğini, çünkü kendisine hiç zaman ayırmadığını ve semptomları hakkında sorular sormadığını, sanki karşısında bir insan yokmuş gibi davrandığını anlatıyor.

Farklı platformlarda uzmanların dile getirdiği gibi, özellikle, hasta kötü bir sonuçla karşılaştığında doktor durumu uygun bir iletişim diliyle açıklamalı ve hastanın sorularını yanıtlamalı.  Haklarında dava açılanlar ise genellikle bunu yapmayan doktorlar. O zaman bir doktorun dava edilme riskini ölçmek için ne kadar iyi ameliyat yaptığını bilmek şart değil. Bilinmesi gereken şey doktorun hastasıyla kurduğu ilişki.

Kitapta önemli bir bilim insanı olan Dr. Wendy Levinson’un yaptığı ilginç bir araştırma sonucu da yer alıyor. Bu araştırmada doktorlarla hastaları arasında geçen konuşmalar kaydediliyor. Bu doktorların yaklaşık yarısı hiç dava edilmemiş. Diğer yarısı da en az iki kez dava edilmiş. Araştırmacılar kaydedilen konuşmalara bakarak iki grup arasında belirgin farklar saptıyor. Hiç dava edilmemiş olan cerrahlar hastalarına daha önce dava edilmiş olan gruptan en az 3 dakika daha fazla vakit harcamış (edilmemiş olanlar 18,3 dakika, edilmiş olanlarsa 15 dakika). İlgili doktorlar “önce sizi muayene edeceğim sonra da probleminiz hakkında konuşacağız” ya da  birazdan sizin sorularınıza da geçeceğiz” gibi hastaların bu muayeneden beklentilerini netleştirmeye yarayan ve muayenenin zamanlamasını belirten açıklamalar yapmış. Aktif bir şekilde hastalarını dinlemiş ve “biraz daha ayrıntı verebilir misiniz” gibi cümleler kurmuşlar. Ayrıca bu doktorların daha çok gülümsediği ve espri yaptıkları saptanmış. İlginç olan nokta ise verdikleri bilginin niteliği ve niceliği diğer doktorlardan farklı değil; hastalarının durumu ya da tedavi hakkında aynı oranda bilgi vermişler. Temel fark ne söylediklerinde değil, bunu nasıl söylediklerinde.

JAMA'da yayınlanan 'Physician-Patient Communication' makalesi.
JAMA’da yayınlanan ‘Physician-Patient Communication’ makalesi.

Bu araştırma, Dr. Levinson’un hastalarla doktorlar arasındaki konuşma kayıtlarını dinleyen psikolog Nalini Ambady tarafından daha da detaylandırılmış. Ambady, her doktor için iki ayrı hastayla geçen birer görüşme seçmiş. Sonra, her görüşmeden doktorun konuştuğu ikişer 10 saniyelik parça dilimini ayırmış, yani üzerine yoğunlaştığı dilim her doktor için 40 saniye olarak belirlenmiş. Son olarak da konuşmaların yüksek frekanstaki tonlamalarını –ki bu heceler kelimeleri anlamlı kılan şeyler- silerek kayıtları özel bir filtreden geçirmiş. Bu elemeden sonra kayıtta sadece tonlama, farklı perdeden sesler ve ritm kalmış, içeriğe ait her şey yok olmuş. Sadece bu dilimi kullanarak bir analiz yapmış. Hakimlere bu bozulmuş ses kaydını dinleterek samimiyet, düşmanlık, üstünlük ve gerginlik açısından puanlar vermelerini istemiş ve sadece o puanlara bakarak hangi doktorların dava edildiğini, hangilerinin edilmediğini tahmin edebilmiş.

Ambady’in belirttiğine göre kendisi ve çalışma arkadaşları elde ettikleri sonuca inanamamışlar. Hakimler, cerrahların deneyimleri, eğitim düzeyleri, yetenekleri ve çalışma yöntemleri hakkında herhangi bir bilgiye sahip değildiler. Onların hastalara ne dediğini bile bilmiyorlardı aslında. Tahmin etmek için ellerindeki tek veri doktorların ses tonlarını dinleyerek yaptıkları analizlerdi. Hatta durum bundan daha da basitti. Eğer doktorun sesinin üstünlük taslayan bir tonda olduğuna karar verilmişse o doktorun dava edilmiş olan gruba ait olduğu tahmin ediliyordu. Eğer ses tonu daha az baskıcı, daha ilgili, düşünceli geliyorsa doktorun dava edilmeyen gruptan olduğu saptanmıştı.

kalp

Hepimiz için, her çeşit iletişimde anlık hükümler ve ilk izlenimler önemlidir, duygularımızla anlık yargılara sahip oluruz. Evrimsel süreç içerisinde bu anlık kararlar insanoğlunun uyum yeteneğinin ve hayatta kalma şansının yüksek olmasını sağlamıştır. Her şey saniyeler içerisinde gelişir; ölçülü ve analitik davranacak, karşımızdaki kişinin veya doktorumuzun yaşadığı zaman baskısı, kurumsal koşulların getirdiği zorluklar hakkında fikir yürütecek, empati kuracak vaktimiz yoktur. En derindeki arzumuz her koşulda anlaşılmak, sevgi, şefkat ve güven duygusunu hissetmektir.

 

 

 

Yeni İkna Bilimi Nöromarketing

0

Dr. Bayer, beyindeki karar verici bölge olan eski beyine ulaşmamızı sağlayan 6 temel uyarandan biri olan duygularla nöromarketing bilimini açıklamaya devam ediyor.

Duygular beynimizde elektrokimyasal tepkiler oluşturuyor, güçlü duygularla deneyimlediğimiz olayları daha çok hatırlıyoruz Ünlü nörobilimci Antonio Damasio’nun dediği gibi “Biz hisseden düşünme makineleri değil. düşünen hissetme makineleriyiz.” Karşımızdakileri etkilemenin en hızlı yolu onların duygularına ulaşmakla gerçekleşiyor. Ne zaman güçlü bir duygu hissetsek beynimiz bellek oluşturucu ve karar tetikleyici bir hormon kokteyli salgılıyor. Hissettiklerimiz ne kadar güçlüyse anılarımız da o derece canlı ve kalıcı oluyor.

Biz duygulardan oluşan canlılarız ve “Duygu yoksa karar da yok. Hizmeti sunduğumuz veya iletişimde olduğumuz kişinin duygularına hitap edebildiğimiz sürece akılda kalıyoruz ve değerimiz artıyor. Duygulara etkili hitap eden markalar veya kurumlar tercih ediliyor. Hikayeler ise dikkat çekip. duyguları canlandırmak için çok iyi bir yöntem. İyi hikayeler eski beyin ve bilinçaltımız üzerine herhangi bir rasyonel bilgiden daha çok etkiye sahip. İyi bir hikaye nasıl yaratılır veya anlatılır? Sizin, bir yakınınızın veya bir müşterinizin başından geçmiş bir olayı, deneyimi anlatırken duygusal detayların olmasına özen gösterin, hikayenizi karşı tarafın dünyasıyla bağdaştırın ve hikayenin net bir ana fikri olduğundan emin olun. Bunu zaten günlük yaşantınızda farkında olmadan birçok kez yapmış olabilirsiniz.

Mesajlar sizinle ilgili değil onlarla ilgili olmalıdır

Diğer önemli bir nokta eski beynin BEN merkezci olması. Yani kendine hızla yarar sağlamayan ya da hayatta kalmaya yönelik herhangi bir mesaj içermeyen uyarılara sabır ve ilgisi yok. Bu nedenle ikna etmeye çalıştığınız kişilere vereceğiniz mesajların sizinle ilgili değil onlarla ilgili olması gerekir. Onu etkilemek için kendisiyle ilgili yararları sunmalısınız. Burada ‘ben` değil `siz` dili kullanmak çok önemli. Yale Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre ‘siz` en ikna edici kelimelerin başında geliyor. Konuşmanızda siz sözcüğünü sıkça kullanın, olumlu ve kibar olun. Bu sırada karşınızdakilerle kendi dilleriyle konuşun. Güvenilir olmak için müşterinizin en iyi arkadaşı gibi görünmek, konuşmak ve bu şekilde hissettirmek önemli. Eski beyinle kurulan iletişim daha çok bilinçaltı seviyesinde oluyor ve eski beyin kendisine daha çok benzeyen ve kendisi gibi davranan insanlarla daha kolay iletişim kuruyor. Dürüstlükle iletişim kurduğunuzda ise karşı taraf aldatılma korkusu yaşamıyor, siz ve söyledikleriniz arasında bir uyum hissediyor. Gerçek anlamda hizmet para ile satın alınamayacak olandır Bu da ancak dürüstlük ve samimiyetle olur.

Peki aynı kelimeler ve aynı ses tonunu kullanan bazı insanların, diğerlerinden daha güvenilir olması nasıl mümkün oluyor. Çünkü eski beyin kolaylıkla vücut dilimizi okuyabiliyor. Bu nedenle güçlü bir duruş ve kararlı hareketler sergilemek, bu sırada enerjimizi yansıtmak için mimikler ve jestler kullanmak önemli. Diğer önemli bir konu ise göz teması kurmak iletişim sırasında göz teması kurmadığımız zaman samimi bir sohbet kurabilmek mümkün olmuyor. Göz teması kurmadığınız zaman gönderdiğiniz mesajın karşı tarafta güven duygusu yaratması çok zor. Söylediğiniz ne olursa olsun, dinleyicilerinizin gerçek anlamda karar vericileri olan eski beyinleri sizi duymayacaktır Güven sağlamak için en az dört saniye güz teması kurmak gerekiyor.

Eski beynin karar vermesi için keskin zıtlıklara ihtiyacı vardır

Bir diğer önemli faktör ise ‘Zıtlık’. Zıtlık eski beynin hızlı ve risksiz karar vermesini sağlıyor’. Eski beynin zıtlıklara dikkat etmek üzerine programlandığını unutmayın. Eski beynin karar vermesi için keskin zıtlıklara ihtiyacı vardır. Zıtlık olmazsa karar verme ertelenir. Son bilimsel veriler gösteriyor ki biz aslında önceden hazırlıklı bir şekilde çevremizdeki değişiklikleri tanıyoruz. Zıtlık raf tasarımı ve ürün yerleştirmeden, bir tedavi çözümü sunmaya kadar her alanda kullanılabilir. Müşterinize çözümünüzün onu olumsuz bir durumdan nasıl daha iyisine taşıyacağını gösterebilirsiniz. Farklılık her zaman işe yarar, çünkü eski beyin bunu zorlanmadan anlar.

Eski beyin karmaşık cümleler ve anlatımlardan kaçıyor

“Eski beyin somut ve kolay anlaşılabilir verilere ihtiyaç duyuyor” ona anlaşılması kolay fikirler sunmalısınız. Nöromarketing yöntemlerini kullanan çok büyük teknoloji şirketleri bile mesajlarını bir çocuğun anlayabileceği şekilde basitleştiriyor. Eski beyin karmaşık cümleler ve anlatımlardan her zaman kaçıyor ve ilgilenmiyor.

Dikkat çekici bir görselin yaratacağı etki her zaman sözcüklerden daha fazladır

”Eski beyin görseldir”, kelimeler ve uzun cümleler eski beyni etkilemez. Eski beyin için en etkili uyarıcı; çarpıcı bir görseldir. Bu durum fiziksel olarak görsel sinirlerin eski beyine bağlı olmasından kaynaklanıyor olabilir. İnsanları yalnızca sözcüklerle ikna etmek oldukça zordur. Sözcükler 40.000 yıldır hayatımızda, yani eski beyin yazılı sözcüklerden 45.000 kat daha eski. Yazılı sözcükler eski beynimizi etkileyecek yeterli zamanı henüz bulamadılar. Bu nedenle dikkat çekici bir görselin yaratacağı etki her zaman sözcüklerden daha fazladır.

Başlangıç ve sonda vurgulananlar oldukça önemlidir

Eski beyin ”başlangıç ve son” ile ilgileniyor, mesajınızın ortasında yer alanları ise genellikle dikkate almıyor Başlangıçla ve sonda vurgulananlar ise her zaman akılda kalıcı oluyor.

Bir ürün veya hizmeti tanıtırken en etkili yol, hizmeti götürdüğünüz kişinin sıkıntısını yani derdini keşfetmek. Ürünler veya hizmet hakkında bilgi verirken asıl üzerinde odaklanmanız gereken nokta bu hizmetin kişinin hangi sıkıntısını gidereceği olmalı ve kullanıcıya sağlayacağı yararları net bir şekilde anlatmalısınız Eski beyin ben merkezci olduğundan ve hayatta kalma dışında hiçbir şeyle ilgilenmediğinden, herhangi bir sıkıntısının hafifletilmesi onun ilgisini çekiyor. Müşterilerinizin mevcut durumunu anlayıp, uzmanlık bilgilerinizi anların istedikleri sonuçlarla eşleştirirseniz sıkıntılarını tam olarak teşhis edebilirsiniz. Bunu yapmanın en iyi yolu ise doğru soruları sormak ve iyi bir dinleyici olmaktır. Bu şekilde hem sıkıntıyı net bir şekilde keşfedebiliriz, hem de farklı ihtiyaçlar ortaya çıkarabiliriz. Nörobilim çalışmalarından elde edilen bilgilerin pazarlama, ikna süreçleri ve iletişimde kullanılması bize sayısız yararlar sunuyor. Nöromarketing birçok bilimadamı tarafından çok kapsamlı bir araştırma konusudur. Nöromarketing, pazarlamacılara müşterilerin nasıl düşündüğünü gösterdiği gibi müşterilere de kendi karar verme süreçlerinin nasıl işlediği hakkında içgörüler sunuyor. Hiç kuşkusuz yakın gelecekte nöromarketing ile pazarlamanın etkinliği artacak, bu bilgilerin yaygın alarak kullanılmasıyla birlikte ürün lansmanı ve kampanyaların başarısızlık oranı azalacak ve sonuç olarak pazarlama, müşterinin gerçek ihtiyaç ve isteklerine daha duyarlı olmaya başlayacak.

 

Basında

Bu yazı Petinfo Dergisi – Kasım 2014 sayısı’nda da yayınlanmıştır

İçimizdeki Psikopat

0

‘Hepimizin içinde tanımadığımız bir ben daha var.’ Carl Jung

untitled

Charles Whitman, 1966 yılında mühendislik öğrenimi gördüğü üniversite olan University of Texas’ın kulesine çıkar, on dört kişiyi öldürür, çok sayıda kişiyi yaralar. Daha sonra olay yerine gelen polisler tarafından öldürülür. Whitman, geri dönmeyeceğini düşünerek bıraktığı intihar notunda beyninde bir değişiklikten şüphelendiği için otopsi yapılmasını vasiyet eder. Peki ama Stanford Zeka testinden çocukluğunda 138 puan almış bu mühendis adayındaki sorun nedir?

Otopsi sonucunda beyinde Glioblastoma adı verilen bir tümör bulunur. Tümör talamusun altından çıkıp hipotalamusa uzanmakta ve özellikle korku ve saldırganlıktan sorumlu amigdalayı sıkıştırmaktadır. Saldırıdan çok önce Whitman ve çevresindekiler giderek artan şiddete eğilim durumunu fark etmiştir. Yakın bir arkadaşı ‘Tümüyle normal göründüğünde bile içindeki bir şeyleri kontrol etmeye çalışıyordu’ şeklinde onunla ilgili düşüncelerini özetler. Peki bütün bunlara neden olan nedir?

whitman - life

Seçimlerimizde ne kadar özgürüz?

Biz aslında seçimlerimizi yaparken tahmin ettiğimiz kadar özgür müyüz? Veya seçim yapma sürecimiz çevremizdeki insanlara benziyor mu? Aslında biliyoruz ki hepimizin başlangıç noktası, genetik yapısı, beyinleri, dünyaya geliş koşulları ve karşılaştığı olaylar çok farklı. Bu da benzer olaylar karşısında çok farklı tepkiler vermemize neden olabiliyor.

Bir kişinin çocukluk, ergenlik, olgunluk, yaşlılık gibi yaşamının farklı dönemlerinde bile beyin farklı şekilde çalışıyor. Örneğin prefrontal korteksin henüz gelişmediği ergenlerde karar verme ve dürtü denetiminde yetişkinlere göre belirgin farklılıklar var.

Nörobilim, insanların kararlarını nasıl verdiklerini ve bu sırada gerçek anlamda ‘özgür’ olup olmadıklarını araştırıyor. Nörobilim ile ilgili çalışmalar bize beyin kimyasında ortaya çıkan çok küçük değişikliklerin davranışta çok büyük değişimlere neden olabileceğini gösteriyor. İncelenen sayısız örnek, toplumsal olarak kabul edilebilir seçimler yapmakta belki de herkesin aynı ölçüde ‘özgür’ olmadığını gösteriyor. Kim olduğumuz geniş ve oldukça karmaşık biyolojik ağlarla belirlenmiş olabilir ve karar anında bilinçli ‘biz’in ne kadar etkili olduğunu kestirmek zordur. Filozoflar ve bilim insanları yüzyıllardır ‘biz kimiz’ sorusunun cevabını arıyorlar.

Incognito kitabının yazarı David Eagleman’a göre ‘davranışlarımızı yöneten biz değiliz, en azından tahmin ettiğimiz ölçüde…‘ Nasıl bir kişi olacağımız ile ilgili olasılıklar çocukluğumuzdan çok öncesine, varoluş anımıza kadar uzanır. bizler aslında erişilmez mikroskobik tarihimizin birer ürünüyüz’

Uzun yıllar suçluların beyin ve genetik yapısını inceleyen nörobilim uzmanları suç işleme eğilimini etkileyen üç faktör üzerinde duruyor; genler, beyin hasarı ve çevre koşulları.  Düşünecek olursak bu üç faktörün hiçbiri aslında bizim seçimimiz değil.

Yapılan araştırmalar belirli bir gen grubuna sahip bireylerin suç işleme olasılığının %82 daha fazla olduğunu gösteriyor. Ağır ceza alan mahkumlarda bu genler  %94 oranında görülüyor.

Beyinde meydana gelen biyolojik bozukluklar ve fiziksel hasarlar, örneğin tümörler, kişinin davranışlarında dramatik değişiklere neden olabiliyor. Frontal kortekste uzun dönemde yavaş ilerleyen bazı hasarların kişilik değişimlerine yol açtığı, saldırganlık, sekse aşırı düşkünlük, toplumsal ve ahlaki değerleri hiçe sayma gibi davranışlara neden olduğunu biliyoruz.

Pedofili ve beyin

Pedofili gibi bazı gizli güdü ve arzuların frontal lob sağlam olduğu sürece kişinin topluma uyum sağlamasını ve normal bir hayat sürdürmesini sağladığını, ancak bu tip bozukluklarda çevresel koşullar ve beyin biyokimyası arasında çok hassas bir denge olduğu kabul ediliyor. Biyoloji değiştikçe kararlar, istekler ve tutkularda değişir. Beyinde tümöre bağlı olarak ortaya çıkan pedofili vakalarından biri Amerika’da kırklı yaşlarından sonra çocuk pornosu ile ilgilenmeye başlayan bir öğretmendir. Eşinin ısrarı üzerine yapılan tetkikler sonucunda 2002 yılında orbitofrontal korteks bölgesindeki bir tümör saptanır. Tümör tamamıyla alındıktan sonra normale döner.

İtalya’da uzun yıllar saygın bir pediyatrist (çocuk hastalıkları doktoru) olarak çalıştıktan sonra mesleğinin 30.yılında muayenehanesinde küçük kızları taciz etmesi üzerine tutuklanan diğer bir pedofili vakası, doktor Domenico Mattiello’da yapılan detaylı incelemeler sonucunda beyninde 4 cm boyutunda bir tümör saptanır. Pisa Üniversitesi’ndeki psikiyatristler Mattiello’daki davranış değişikliklerinin tümörün beyin sapına yaptığı bası nedeniyle ortaya çıktığı konusunda mahkemeye sunulmak üzere bir rapor hazırlarlar.

Falcon: Kendi psikopatlığını keşfeden bilimci

Kuşkusuz en ilginç örneklerden biri kariyerinin önemli bir bölümünü suça eğilimli kişilerin ve seri katillerin beyin yapılarını incelemeye adamış olan nörobilimci James Fallon’a ait.

Fallon  2005 yılında bir araştırma projesi için UC Irvine’deki ofisinde psikopatik eğilimlere neden olan beyin patolojilerini saptamak üzere masasındaki yüzlerce beyin tomografisini incelemektedir. Beyin görüntülerinin bir kısmı şizofrenik, bir kısmı depresif veya başka bozuklukları olan hastalara aittir. Fallon aynı zamanda Alzheimer ile ilgili farklı bir araştırma da yürütmektedir ve bu nedenle kendisininki de dahil olmak üzere tüm ailenin beyin görüntüleri masanın diğer tarafında durmaktadır. Önündeki bir beyin taramasına baktığında, bunun tamamen patolojik (anormal) olduğunu görür. Frontal ve temporal lobun empati, ahlak ve dürtüleri kontrol ile ilgili bölümlerinde belirgin olarak düşük aktivite vardır. Görüntünün aile bireylerinden birine ait olduğunu bildiği için teknisyeni ile birlikte laboratuvardaki görüntüleme cihazınında bir sorun olup olmadığını kontrol eder. Herhangi bir sorun bulamaz. Daha sonra kuralları çiğneyerek filmin kime ait olduğunu görmek üzere gizli kalması gereken isim kodunu açar; psikopatik beyin görüntüsü kendine aittir. Normal şartlarda böyle bir gerçekle karşılaşan kişinin toplum içerisinde düşeceği durumu düşünerek bunu kimseyle paylaşmaması beklenir. Ancak Fallon bu durumu tüm meslektaşlarına anlattığı gibi, dergilere röportajlar verir ve hatta TED Talk’ta (https://www.ted.com/talks/jim_fallon_exploring_the_mind_of_a_killer) konuşur. Daha sonra ise konuyla ilgili kısa bir süre önce yayınlanan bir kitap yazar: İçimdeki Psikopat (The Psychopath Inside).

Riskli gen grupları

The Psychopath Inside

Bu kitapta Fallon kendisi gibi iyi giden bir evliliği ve mutlu bir hayatı olan bir nörobilimcinin nasıl patolojik bir beyin yapısına sahip olabileceğini anlatır. Hayatında hiç suç işlememiş, toplumu rahatsız edici bir davranışta bulunmamıştır. Nasıl olur da bir seri katilin beyin yapısıyla aynı özellikleri göstermektedir? Belki de beyin patolojileri ve suç eğilimi arasındaki ilişki hipotezi yanlıştır.

Normal beyin ve James Fallon'un beyninin karşılaştırılması
Normal beyin ve James Fallon’un beyninin karşılaştırılması

Fakat daha detaylı incelemeler yapıldığında alınan sonuçlar hiç de iç açıcı değildir. Genetik analizde agresivite, şiddet ve düşük empati ile ilgili yüksek risk taşıyan tüm gen gruplarına sahip olduğu saptanır. Kendisinde psikopati ile ilgili daha ileri nörolojik ve davranışsal araştırmalar yapıldıktan sonra Fallon aslında bir çeşit  psikopat olabileceğine karar verir (pro-social-psyhcopath olarak adlandırılabilecek türden).

Bu sınıflandırmaya giren kişilerin diğerlerine karşı gerçekten empati hissetmesi zordur, ancak sosyal olarak kabul edilebilir düzeyde ilişkilerini yürütürler.

Soyağacındaki katiller

Fallon kendisiyle ilgili derinlemesine düşündüğünde tüm bu bulgular onu çok şaşırtmaz. Hayatı boyunca iktidar ve güçle motive olan ve başkalarını manipüle etmekten hoşlanan biri olmuştur; torunlarıyla oynarken kaybetmeye tahammül edemez; çevresindekiler için zor bir insan olduğunun farkındadır.

Bunlardan çok daha çarpıcı olan nokta ise annesinden ataları ile ilgili öğrendikleri olur. Soyağacı New York’a ilk yerleşenlerden ünlü Cornell ailesine kadar uzanan Dr. Fallon’un ailesinde 1892 yılında anne ve babasını balta ile öldüren Lizzie Borden’da dahil olmak üzere toplam yedi katil bulunmaktadır.

lizzie-borden

Psikopati, tabii ki bir çok semptomu içeren çok genel bir kavramdır ve tüm psikopatlar katil değildir. Peki o zaman Fallon’ın davranışlarını kontrol edebilmesini kolaylaştıran, ancak benzer genetik ve beyin yapısına sahip kişilerin vahşi bir katil olarak hayatlarının hapishanede sonlanmasına neden olan nedir?  Fallon’daki serotonin transporter alleli çok karmaşık mekanizmalar sonucunda ventromedial prefrontal korteks’i (psikopatlarda beyinde özellikle düşük aktivite gösteren bölüm) dış olaylara daha duyarlı hale getiriyor. Bu noktada ise çocukluk çağında karşılaşılan olumlu veya olumsuz koşulların çok büyük önemi var. Sevgisiz ve şiddet dolu bir ortamda büyüyen çocukların ileride şiddete eğilimi artıyor. Fallon bu açıdan şanslı, çünkü çocukluğu oldukça sevgi dolu bir ortamda geçmiş. Kendisi ile ilgili gerçekleri öğrendikten ve tüm bu yaşadıklarından sonra Fallon daha iyi bir insan olmaya özen gösterir ve bazı olumsuz hareketlerini engellemeye çalışır.

 

James Fallon ve annesi
James Fallon ve annesi

Birçok farklı hastalığın da davranışlar üzerinde doğrudan etkisi olduğunu biliyoruz. Beyin hasarları, sinir sistemini etkileyen birçok hastalık, kullanılan ilaçlar, çevresel faktörlerin de uygun olduğu durumlarda beyin biyokimyasını değiştirerek bizleri toplum kurallarına uymayan, empati yoksunu, suça eğilimli bireyler yapabilir.

Örneğin epilepsi (sara) nöbeti temporal lobun belirli bir bölgesinden kaynaklanıyorsa hastalar motor nöbet geçirmiyor ve daha farklı bir klinik tablo görülüyor. Kognitif (bilişsel) nöbet dediğimiz bu durum kişilik değişimleri ile kendini gösteriyor. Hastaların kendine güveni çok yüksek düzeyde oluyor ve özel bir varlık oldukları yanılgısına kapılıyorlar. Tarihte ortaya çıkmış bazı liderlerin, kahramanların epilepsi hastası olduğu düşünülüyor. Örneğin kutsal varlıklar tarafından görevlendirilmiş olduğu konusunda hem kendini hem de Fransız askerlerini ikna ederek Yüzyıl Savaşları’nın gidişatını değiştiren Jeanne D’Arc. İnsanları etkileme ve ikna özellikleri yüksek, aynı zamanda hasta olan benzer vakalara çevremizde de rastlamamız mümkün. Üstelik bu insanlar üst düzey kademelerde yer alabiliyorlar.

Yüzyıllardır tartışılan temel bir soru var: biyolojimizden ayrı olarak bir ruh taşıyor muyuz, yoksa hayallerimizi arzularımızı, tutkularımızı mekanik bir şekilde üreten karmaşık bir biyolojik ağdan mı oluşuyoruz? Bunun cevabını henüz bilmiyoruz. Özgür iradenin rolü tartışılamaz, ancak son yıllarda nörobilim alanında yapılan çok sayıda araştırma ve yeni teknolojilerin sunduğu görüntüleme yöntemleri ile elde edilen veriler, davranışlarımızı yönetme konusunda bilinçli ‘biz’in tahmin ettiğimiz ölçüde etkili olmadığını gösteriyor.

 

Basında

Bu yazı HBT Dergisi – 8 Temmuz 2016 sayısı ve Radikal Blog’da da yayınlanmıştır.

Eczanede Nöromarketing

0

Nöromarketing pazar araştırmaları alanında çok güçlü içgörü ve teknikler sağlıyor. Bu alanda dünya çapında çalışmalar yapan SalesBrain firmasının Türkiye temsilcisi ve PTMS’in kurucusu Dr. Kıvılcım Kayabalı, pazarlamada nöromarketing’ten nasıl faydalanabileceğimizi anlatıyor.

Nöromarketing, karar verme eğilimlerimizi bilimsel bir yol ile açıklamaya çalışan, nörobilim ve müşteri davranışları arasında köprü kurarak pazarlamayı daha iyi anlamamızı sağlayan yeni bir disiplin. Nöromarketing’in amacı müş­terilerin tercihlerini anlayabilmek, bir ölçüde öngörebilmek ve pazarlama etkinliğini ölçmek. Günümüzde satış ve pazarlama artık hiç olmadığı kadar zor. Çünkü müşteriler çok bilinçli, rekabet çok yoğun, geleneksel ikna ve satış tekniklerine olan direnç çok arttı. Nöromarketing, beyin ile ilgili bilimsel araştırmaların sonuçlarına dayana­rak satış, pazarlama ve hatta kişisel hayatımızda etkimizi, ikna gücümüzü artıracak teknikler sunuyor. Dünyanın en iyi satışçıları, konuş­macılar, politikacılar bu teknikleri uyguluyor. Nöromarketing’in en büyük yararlarından biri de satış ve pazarlama için ortak bir dil içermesi.

Nöromarketing, pazarlamada yeni ve umut verici bir alan olarak ortaya çıktığında ‘çok iyi anlaşıl­maması’ nedeniyle tehdit edici ve manipülatif bir teknik olarak düşünüldü. Nöromarketing kesinlikle tüketim çılgınlığını artırmayı hedefle­mez. Aslında beyindeki karar verme mekanizma­larını anlama, bu konudaki bilimsel çalışmaları öğrenme, kendi karar verme mekanizmalarımızı daha iyi anlama ve farkındalığımızın gelişmesine yardımcı olur. Böylece kararlarımızı alırken ve satın alma sürecinde çok daha dikkatli oluruz.

Nöromarketing yöntemlerinin kullanılması firmaların tanıtım aktivitelerinde daha hedefe yönelik ve daha etkili stratejiler uygulamasını sağ­layarak gereksiz bütçeler harcamasını engeller. Bu alanın sağladığı teknikler ile kaliteli ve müşteri ihtiyaçlarına, isteklerine çok daha iyi cevap vere­bilen ürün ve hizmetler yaratılır. Nörobilim araş­tırmalarının altın çağını yaşadığımız günümüzde, evrenin en gizemli yapısı olan beyinle ilgili eskiye göre çok daha fazla bilgiye sahibiz. Özellikle son 20 yıl içerisindeki teknolojik gelişmeler ve görün­tüleme teknikleri beyin ve insan davranışları ile ilgili birçok yeni bilgi edinmemizi sağladı. Artık karar verme anında beynimizin nasıl çalıştığını ve nelerden etkilendiğini biliyoruz. Şimdiye ka­dar hep mantıklı ve bilgiye dayalı doğru kararlar verdiğimizi düşünürdük, ancak tüm sistemleri ve davranışları düzenleyen bu mucizevi yapının işleyişi içerisinde birçok işlev tamamen otonom sinir siteminin kontrolü altında, bilincimizin dışında gerçekleşiyor; bilgi henüz oluşmadan ey­lem başlıyor. Tüketiciler, ne istediklerini bilmiyor, düşündüklerini net olarak ifade edemiyor, ifade ettiklerini de yapmıyorlar. İnsan davranışının yüzde 15′lik bölümü bilinç, yüzde 85′lik bölümü ise bilinçaltında şekilleniyor. Peki, tüm bilimsel verilerin ışığı altında 450 milyon yaşındaki bir beyne nasıl hitap edebiliriz?

İnsanları yalnızca sözcüklerle ikna etmek olduk­ça zordur. Sözcükler 40 bin yıldır hayatımızda, yani eski beyin yazılı sözcüklerden 45 bin kat daha eski. Eski beyni motive edip, ikna etmek için, bütünüyle yepyeni bir dil konuşmayı öğ­renmemiz gerekiyor. Bugünkü bilimsel verilerin ışığında eski beyine ulaşacak uyaranları biliyoruz. Beyindeki karar verici bölge olan eski beyine ulaşmamızı sağlayan 6 temel uyarı var.

Bunların başında “Duygular” gelir. Duygular beynimizde elektrokimyasal tepkiler oluşturur, güçlü duygularla deneyimlediğimiz olayları daha çok hatırlarız. Bu nedenle eski beyni; dolayısıyla da müşterileri etkilemenin en önemli yolların­dan biri duygulara hitap etmekten geçiyor. Ünlü nörobilimci Antonio Damasio’nun dediği gibi ‘Biz hisseden düşünme makineleri değil, düşünen hissetme makineleriyiz’.

Diğer önemli bir nokta eski beynin benmerkezci olması. Yani beynin kendine hızla yarar sağla­mayan ya da hayatta kalmaya yönelik herhangi bir mesaj içermeyen uyarılara sabrı ve ilgisi yok. Bu nedenle, bir ürünü satın alan ya da sizin ürün alması için ikna etmeye çalıştığınız kişilere vereceğiniz mesajların sizinle ilgili değil onlarla ilgili olması gerekir. Onları etkilemek için kişiye kendisiyle ilgili yararları sunmalısınız. Burada ‘ben’ değil ‘siz’ üslubunu kullanmak çok önemli. Bir diğer önemli faktör ise “Zıtlık”. Zıtlık, eski beynin hızlı ve risksiz karar vermesini sağlar.

“Eski beyin somut ve kolay anlaşılabilir verilere ihtiyaç duyar” ona anlaşılması kolay fikirler sun­malısınız. Nöromarketing yöntemlerini kullanan çok büyük teknoloji şirketleri bile mesajlarını bir çocuğun anlayabileceği şekilde basitleştirir.

Eski beyin “başlangıç ve bitişlerden hoşlanır” mesajınızın ortasında yer alan şey muhtemelen gözardı edilecektir. Başlangıçta ve sonda vurgula­nanlar ise her zaman akılda kalıcı olur.

“Eski beyin görseldir”, kelimeler ve uzun cümle­ler eski beyni etkilemez. Eski beyin için en etkili uyarıcı; çarpıcı bir görseldir.

Eczanede Nöromarketing’ten Nasıl Faydalanabiliriz?

Bir ürün veya hizmeti tanıtırken en etkili yol, hiz­meti götürdüğünüz kişinin sıkıntısını keşfetmek­ten geçer. Ürünler veya hizmet hakkında bilgi verirken asıl üzerinde odaklanmanız gereken nokta bu hizmetin; kişinin hangi sıkıntısını gide­receği olmalı ve kişiye sağlayacağı yararları net bir şekilde anlatmalısınız. Eski beyin benmerkez­ci olduğundan ve hayatta kalma dışında hiçbir­şeyle ilgilenmediğinden, herhangi bir sıkıntısının hafifletilmesi onun ilgisini çekecektir. Müşteri­lerinizin mevcut durumunu anlayıp, uzmanlık bilgilerinizi onların istedikleri sonuçlarla eşleşti­rirseniz sıkıntılarını tam olarak teşhis edebilirsi­niz. Bunu yapmanın en iyi yolu ise doğru soruları sormak ve iyi bir dinleyici olmaktan geçer.

Karşımızdakileri etkilemenin en hızlı yolu, onla­rın duygularına ulaşmakla gerçekleşir. Çünkü ne zaman güçlü bir duygu hissetsek beynimiz bellek oluşturucu ve karar tetikleyici bir hormon kok­teyli salgılar. Hissettiklerimiz ne kadar güçlüyse anılarımız da o derece canlı ve uzun sürelidir. Biz duygulardan oluşan canlılarız ve “duygu yoksa karar da yok. ”

Karşınızdakinin duygularına hitap ederken ’ben’ değil ’siz’ dilini kullanmak çok önemli. Yale Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre ’siz’ en ikna edici kelimelerin başında geliyor. Konuş­manızda güvenilir olmak için müşterinizin en iyi arkadaşı gibi görünmek, konuşmak ve bu şekilde hissettirmek oldukça önemli.

Eski beynin zıtlıklara dikkat etmek üzerine odak­landığını unutmayın. Eski beynin karar vermesi için keskin zıtlıklara ihtiyacı vardır. Zıtlık olmazsa karar verme de ertelenir. Zıtlık raf tasarımı ve ürün yerleştirmeden, bir tedavi çözümü sunmaya kadar her alanda kullanılabilir.

Müşterinize çözümünüzün onu olumsuz bir durumdan nasıl daha iyisine taşıyacağını göstere­bilirsiniz. Farklılık her zaman işe yarar; çünkü eski beyin bunu zorlanmadan anlar.

Nörobilim çalışmalarının pazarlamada ve ikna süreçlerinde kullanımı ile ilgili her gün yeni bil­giler ediniliyor. Nöromarketing pazarlamacılara müşterilerin nasıl düşündüğünü gösterdiği gibi müşterilere de kendi karar verme süreçlerinin nasıl işlediği hakkında içgörüler sunuyor. Hiç kuşkusuz yakın gelecekte nöromarketing, pa­zarlamanın etkinliğini artıracak, ürün lansmanı ve kampanyaların başarısızlık oranını azaltacak ve sonuç olarak pazarlama, müşterinin gerçek ihtiyaç ve isteklerine daha duyarlı olacak. _letisimde teknoloji önemlidir. Ama güven olusturmak herseyin temelidir.

Nöromarketing Neden Yararlı?

  • İnsanların, pazarlama uyarısı ile karşılaştıklarında beyinlerinde olup bitenler hakkında bize bilgi verir.
  • Farklı durumlarda ve yerlerde pazarlama uyaranı karşısında beynin reaksiyonu ölçümlenebilir.
  • Beynin bu uyaranları nasıl karara dönüştürdüğü hakkında bilgi sağlar (satın alma, yeni bir markanın sadık müşterisi olma gibi)
  • Beyin ile ilgili bilimsel verilerden elde edilen bilgilerden yararlanarak etkili mesajlar sunmamızı ve ikna edici iletişim kurmamızı sağlar.

Beyin farklı hücresel ve işlevsel özellikleri olan üç ayrı yapıda incelenebilir. Yeni beyin (neocortex) düşünür, rasyonel verileri işler. Orta beyin hisseder. Eski beyin ise karar verme aşamasında çok önemli bir yer tutar. Eski beynin geçmişi 450 milyon yıl geriye dayanıyor. Eski beyin, diğer adıyla sürüngen beyin veya reptilian adı verilen bölge hayatta kalmamızla ilgili kararlarda önemli yer tutuyor. Bu kararlar ise mantıkla değil, duygularla ve içgüdüsel mekanizmalarla veriliyor.

 

Basında

Bu yazı Hedef Sağlık Dergisi – Haziran 2014 sayısı’nda da yayınlanmıştır.

Sizin Pazarlamanız Nasıl Kokuyor?

4

 “Kültürel Kodlar” kitabının yazarı ünlü nöroantropolog Dr. Rapaille insanların ne söylediğine güvenmiyor. Bunun yerine insanların ne yaptığına odaklanıyor. Her zaman anlattığı meşhur kahve örneğindeki gibi beynimizin rasyonel düşünceyle ilgili kısmı tadı en iyi olan kahveyi tercih etmemizi söyler ancak ilkel beyin içgüdüsel olarak en iyi kokan kahveyi tercih eder.

Dr. Rapaille’e göre ‘ilkel beyin herzaman kazanır’ . Beynimizin mantıksal işlevlerden sorumlu bölümü olan korteks, kararlar ilkel beyin tarafından verildikten çok sonra devreye girer. İşe Hummer’la gidip gelmeyi başka türlü nasıl açıklarsınız?

Son yıllarda yapılan çalışmalar satın alma hareketimizin rasyonel bir düşünceyle değil, hissederek başladığını gösteriyor. Önce duygularımızla karar veriyor ve daha sonra verdiğimiz kararı mantıklı bir zemine oturtmaya çalışıyoruz.

Kalifornia’da UC Irvine Nörobilim Bölümü Direktörü ve karar mekanizmalarında duyguların etkisini inceleyen en önemli uzmanlardan olan Antonio Damasio, ‘Descartes Error’ adlı kitabında “Biz hisseden düşünme makinaları değil, düşünen hissetme makinalarıyız’’ diyor. Satın alma davranışının duygulardan güçlü bir şekilde etkilendiği gerçeği, pazarlama uzmanlarının hisler üzerine yoğunlaşmalarına neden oldu.

Nörobilim konusunda uzun yıllardır araştırmalar yapan Harward Üniversitesi Profesörü Gerald Zaltman ‘How Customer’s Think’ (‘Müşteriler Nasıl Düşünür’) adlı kitabında koku alma ve diğer duyuların beynin limbik sistemine ulaşarak hatıraları nasıl tetiklediğini açıklıyor. Bir koku bir kişinin beynine ulaştığında, daha sonra karşılaştığı görsel ipuçları ve hatta “deneyimler” bile onu yeniden canlandırabilir. Zaltman’a göre yeni hazırlanmış kahvenin tadını kişiye derinden anımsatan bir televizyon reklamı izleyicilerde aynı koku alma hissini tetikleyebilir. Kokular ayrıca bir kişinin tanıdık markaları daha az tanıdık olanlara göre hatırlamasına yardımcı olan “hafıza işaretleyicileri” olabilir. Aynı zamanda kokular beyindeki etkileriyle bilgiyi işleme yolunu değiştirebilirler; örneğin limon aroması kokusu bizi daha dikkatli yapabilir. Zaltman bu tür farklı kokuların yeni bir ürün tanıtırken yardımcı olabileceğinin altını çiziyor.  

untitledNöromarketing kavramı henüz yeni konuşulmaya başlamışken yayınlanan “Emotional Branding” (Duygusal Markalama) adlı kitabı ile Marc Gobe bilinçaltını etkileyen marka stratejilerinde önemli bir farkındalık gelişmesini sağladı.  Gobe her markanın bir kokusu olması gerektiğini düşünüyor ve müşteri ile arasında daha derin bir duygusal bağ kurmak için markalama yaklaşımlarına kokuyu yerleştiren şirketlerin başarısına dikkat çekiyor.

Kokunun duyguları harekete geçirmekteki bu gücünü, reklam ve pazarlama sektörü keşfetti. Pazarlamacılar bir süredir en güçlü ve en hızlı etkiyi elde etmek için müşterilerin koku alma sinirlerini farklı şekillerde aktifleştirmeye çalışıyorlar. Bugünkü bilgilerimizin ışığında kokuların bir deneyimle ilişkilendirildikten sonra bir anlam kazandığını biliyoruz.

Koku markalamasında temel nokta benzersizlik ve tutarlılıktır. Bu konudaki en iyi örneklerden biri olan Singapur Havayollarına bakarsak, eşsiz bir koku geliştirdiklerini ve bunu yıllarca kullandıklarını görürüz. Şirketin geliştirdiği geleneksel bir kokuları vardı ve bunu müşteriyle iletişime geçtikleri her noktada kullandılar. Bu havayoluyla düzenli uçan müşteriler, hafif egzotik kokuyla her karşılaştıklarında, bu kokuyu bilinçaltında Singapur Havayolları ile ilgili geçmiş (iyi) deneyimleri ile ilişkilendirdiler. Sevecen görevliler, kusursuz servis gibi…

Kokular yalnızca belirli ürünleri tanıtmak için kullanılmaz. Mağazalar, oteller ve kulüpler müşteriye daha hoş bir ortam yaratmak için yapay kokular kullanabilir.

Kokular öncelikle bizi mağazalara çeker, daha sonra da bizi daha çok almaya “teşvik ederler”. Nike’ın kokunun etkisi ile ilgili sponsor olduğu bir araştırmada, ayakkabılar çiçek kokularının olduğu bir odada ve kokunun olmadığı başka bir odada kişilere denetildiğinde odanın çiçek kokması durumunda birçok insanın daha fazla ayakkabı satın aldığı görüldü. Aynı şekilde, Las Vegas Hilton kumarhanesi havaya çiçek kokusu serpildiğinde insanların kumar makinalarında oyun oynamak için yüzde 50 daha fazla ödediğini keşfetti. Koku kuvvetli hale geldikçe bireyler o kadar uzun süre kumar oynadılar.

Gayrimenkul satışı yaparken taze pişmiş ekmek ve kurabiye kokusu kullanılarak sağlanan ev hissinin  potansiyel alıcılada satın alma dürtüsünü artırdığı biliniyor.

Lüks valiz satan mağazalarda hissedilen yoğun deri kokusu dükkana girenlerin zihinlerinde lüks, rahatlık ve ödül gibi hisler uyandırır. Yine pahalı butiklerde ortama yayılan deniz kokusu veya  gül ve menekşe kokularının karışımı deneyimimiz ile birleşerek satın alma sırasındaki anıları güçlendirir.

neuro

İnsanlar kokuları herzaman mağaza ve ürünlerle ilişkilendiriyorlar. Bu aşamada tabii ki kokuyu doğru ortamda kullanarak, doğru ilişkilendirmeyi yapmak ta çok önemli. Taze pişmiş, çikolata parçacıklı kurabiyenin kokusu bir fırında veya kahve dükkanında mükemmel olabilir ancak bir markanın tanıtımı için aynı kokuyu bir otobüs durağında kullanmak şüphe uyandırabilir. Tüketicilerin beyinleri aynı bilgiyi farklı şekilde işler. Fırında, bu koku “gerçek” olarak işlenirken, bir otobüs durağında “yapay” olarak değerlendirilir.

Her koku deneyiminin olumlu olmadığı ve kişiden kişiye farklılık gösterdiği de bir gerçek. Bir çalışmada Amerika’ da McDonalds müşterilerinin üçte biri restoranların bayat yağ koktuğunu belirtmiş, İngiltere’de ise bu oran %42 düzeyinde bulunmuş ve her iki grup da kokunun yemekten zevk alma oranlarını düşürdüğünü belirtmiştir. Ancak çalışmaya katılanları diğer bölümü ise aynı kokunun iştahlarını artırdığını açıklamış.

Koku pazarlamada yoğun olarak kullanılırken özellikle süpermarketlerde ve yiyecek satışında konunun etik boyutu gündeme gelmektedir. Çikolata veya ekmek kokusunu mağazada kullanmak bu kokuların satılan yiyeceklerden geldiği hissini uyandırabilir, ancak yanıltıcı olabilir. Bazı pazarlama uzmanlarına göre süpermarketlerde belirli kokuları kullanmanın tüketicilerin iyi hissetmesini, bağımsızlığını, özgürlüğünü sınırlamadığı sürece etik açıdan sorun yaratmayacağını savunmaktadır.  Tarçınlı kurabiye satan bir mağazada insanların ürünü daha çok almasını sağlayan tarçın kokusunun kullanılmasının bir zararı olamaz tabii ki. Siz bu kokuyu seviyorsanız satın alma isteğiniz artacak, sevmiyorsanız doğal olarak uzaklaşacaksınız.

Kokuyla ilgili bilimsel çalışmalar devam ederken, yakın zamanda birçok farklı sektörde kokunun pazarlamada yeni kullanım alanlarını hep birlikte göreceğiz.

Tüm bu bilgilerin ötesinde… hiç olmadık bir mekanda hiç olmadık bir anda karşılaştığımız bir kokuyla birlikte çok uzun zaman önceki anılar zihnimizde canlanır. Ve sanki o anı tekrar yaşarız. Hiç şüphesiz hafızamızın en başarılı olduğu konu; koku.